Otelcilikte orta oyunları (bölüm 1)

Eğitim, bilgi, deneyim ve medeniyetten uzak birçok insan ne yazık ki kazığı Türk Otelcilik sektörüne çakmış durumda. Üstelik o kazığı öyle bir çakmışlar ki, en fırtınalı havalarda bile yerinden oynamıyor mübarek. Bazen sallansa bile, kazığı sökmek nafile. Kimdir bunlar, hangi amaca hizmet etmekteler, hangi usuller ile sözde Otelcilik yapmaktalar. İşte merak ettiğiniz tüm soruların cevabı bu yazıda.

 

Sanki hepsi birer başrol oyuncusu, çıktılar sahneye ve başladılar Shakespeare’in bir klasiğini oynamaya. ‘’Olsak mı olmasak mı?’’ dediler, hepsi birer ’’Oscar’’ sahibi oldu. Bir keresinde sergiledikleri bir orta oyununda ’’Ya tutarsa dediler’’, Nasrettin hocanın göle çaldığı maya tuttu. Gözün görebileceği her yer bir anda yoğurt deryasına döndü. Şansları paçalarından aktı, el peşrev çektikleri her şey altın oldu. Uzun giden bu peşrevden sonra el enseleri sıklaştırdılar, artık paçadan dalma, arkasına geçme, kispetten yakalama gibi metotlarla rakibin sırtını yere yapıştırmaya başladılar. Sesleri olmasa bile sahneye çıkıp bir gecede assolist oldular, en büyük alkışı aldılar. Dalkavuklar etraflarında, taraftarları önlerinde el pençe divan, onlar öksürdükçe paralar, aksırdıkça fırsatlar yağıyordu gökyüzünden.

 

Evet, yanlış okumadınız; eğitim, bilgi, deneyim ve medeniyetten uzak birçok insan ne yazık ki kazığı Türk Otelcilik sektörüne çakmış durumda. Sektör çok şeyler vaat etmişe benziyor onlara, iştahlar kabarık, hepsi balıklama atladı bu oyuna. Çoğunlukla hatıra binaen yapılan işlerin mimarı oldular.’’Bu benden daha akıllı’’ deyip tecrübeli yönetici ve personeli aralarında barındırmalar. Eğitim, bilgi ve tecrübeyi hiçe saydılar. Kendilerine yakın olan akraba ve güvenebileceklerini düşündükleri tecrübesiz insanları yanlarına aldılar. Hemen her gün Otelciliğin anayasasını kendilerine göre yeni baştan yorumlayıp yazdılar. Gün geldi kahvaltıda çayı rakı kadehinden, akşam yemeğinde şalgam suyunu şarap kadehinden içtiler, otel misafirlerine içirdiler. Personeli kafalarına göre işe alıp, kafalarına göre işten çıkardılar. Çeşitli sebepler ile maaşlarını çoğu zaman ödemediler, resmi yükümlülüklerini yerine getirmediler. Hakkını arayan bazı personel malum adamları tarafından tehdit edildiler, tartaklandılar ve/veya dayak yediler. Personele amele ve maraba muamelesi yaptılar. Resmi mercilere şikâyetçi olan personelin girişimleri genelde hep sonuçsuz kaldı. Bunlar ve bunların işe aldığı taraftar yönetici ve personelde boş durmuyordu. Otelde konaklayan yabancı bayanlar bunlar tarafından paylaşılmıştı. Misafirlere hizmet etmek yerine o günkü ruh hallerine göre işlerini savsakladılar, bol bol dedikodu yaptılar, eller cepte ulu orta gezdiler sigaralarını tüttürüp koridor ve restoran halılarında söndürdüler. Halılardaki izmarit yanıklarının sahipleri ise hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Yine de her şeyden şikâyetçi oldular. Kendilerinin Otelin ortağı olmaları gerektiği hissine kapıldılar, gerçekte sadece birer çalışan personel olmalarını kabullenemediler. Asli görevini yapmak yerine ona buna karışıp patron dâhil herkesi ve her şeyi eleştirdiler. Patronun genç ve yakışıklı oğlu kullandığı son model spor araba nedeniyle adeta gıyaplarında taşlanıyordu. Nede olsa körfez ülkesinde savaş vardı bu sebeple kemer sıkma politikası uygulanacaktı. Personele duyuru yapıldı, yıllık maaş zamları böylece askıya alınmıştı, oysa evlatlara alınan spor arabalar ise hemen ertesi gün otel kapısının önündeki otopark’ta yerlerini almıştı. Nede olsa personel zaten görme özürlüydü, tüm bu adaletsizlikleri görmezden gelecekti.

 

Baştaki Genel Müdür sıfatlı kişi de işgal ettiği koltuğu ani bir gece yarısı operasyonu kapsamında paraşüt ile atlayarak ele geçirmişti. Ağzı güzel laf yapan bu muhterem, kendince yeryüzünde yaşayan en bilge kişiydi. Genelde bayan yönetici ve personele klark atar, (bir kaş yukarda olmak suretiyle hafif bir gülümsemeyle birlikte atılan bakış) her gün giydiği değişik rengârenk kıyafetler ile Beyoğlu’nda gezen kâtibim gibi otelde volta atardı. Sorun ve problemler olduğu zaman genelde öfkelenir, çözüm üreteceği yerde sinirini en yakınında olan kişiden çıkarırdı. Karar mekanizması değildi. Sorun olan yerden en kısa yoldan tüyerdi. Daha ziyade patronun Otele geliş saatlerini kollar, o saatlerde lobby’de mevzilenir ve patron geldiğinde tekmil verirdi. Ekibini yönlendirmek yerine oluşturduğu değişik gruplar sayesinde dedikoduların ve rivayetlerin merkezi olan kişiydi. Böylece her daim ve her şeyden haberdardı. Otele gelen erkek acente yetkilileri ile görüşmekten pek haz almazdı. Kendi yerine başkasını gönderir, yoğun olduğu izlenimi yaratırdı. Onun yerine görüşme yapan yetkisiz yetkili ise acente temsilcisini hemen sepetleyip gönderirdi. Bayan acente temsilcileri geldiğinde ise onları lobby’de uzunca bir süre bekletir, yanlarına yaklaşıp fark edildiğini hissettiği sırada yine telefon ile konuşuyor numarası yaparak kimsenin anlamadı tarzda cümleler telaffuz eder misafirlere doğru sırıtırdı.

 

Hemen klasik klark atma numarasına başvurur, kendisini yeryüzünün en bilge kişisi olarak tanıtırdı. Bayanlar yabancı ise hemen mensup olduğu Ülkeye övgüler yağdırır, o Ülkeye en az on kez gittiğinden bahsederdi. ’’Geldiniz peki nereleri gördünüz?’’ sorusu gündeme geldiğinde ise, sözde gittiği şehirdeki birkaç batakhane tabir edilebilecek mekân isimleri sıralar ve konuyu hemen değiştirirdi. Mesleki tecrübe ve bilgisi yoktu. Klark atma seansı dâhilinde görüşme esnasında mutlaka şaklabanlık yapar, ‘’bacım size patlıcanlı börek tarifi vereyim’’, derdi. Klark atma numarasının işe yaramadığını anlayınca ‘’Sizler artık benim dünya ahret bacımsınız’’ derdi. O esnada masaya servis yapan garson kulağını masanın üstüne misafir olarak bıraktığı için çoğu konuşmalara şahit olmuştu. Buradaki konuşmalar telekonferans usulü ile tüm otele yayılırdı. Durumu sezen bayanlar iş amaçlı görüşmelerini neticelendirir ve kalkmak için müsaade ister. Dışarıya çıkarken de bir daha da otelin önünden geçmemeye yemin ederlerdi.

 

Otelde konaklayan yabancı bayan misafirlerin hepsi potansiyel fahişeydi. Hiçbir erkek personelin bayan misafirler ile flört edilmesini izin verilmezdi, onlar sadece patron’a aitti. Kaza ile bir bayan ile konuşan erkek servis eleman hemen sorgulanırdı. Sebebi ne olursa olsun hiçbir misafir ile konuşmayacaksınız diye kesin uyarı yapılırdı. Uymayan personel ise aynı günün akşamı otelden şutlanırdı. Kovulma endişesi ile otelde tüm erkek personel on kantar surat ile dolaşırdı. Surat asmalarının tek sebebi elbette bu değildi. Zamanında almadıkları maaşları, otelin sunduğu sosyal imkânlar, yedikleri personel yemeğinin kalitesi ve içinde bulundukları ortam, yaz sıcağında yedikleri günde iki öğün bulgur, nohut ve kapuska, az gramajlı kahvaltı, tuvalet, duş ve yatakhanelerin pisliği ve ilkelliği ile buna benzer çokça örnek yüzünden onların halet-i ruhiyelerini çökme noktasına hale getirmişti. Her an kaçmak için fırsat arıyorlardı. Kaçacaklar kaçmasında da, patron tüm bu olumsuzlukları biliyor olmalı ki, her personelin 1,5 aylık maaşını ödemiyor ve kasada muhafaza ediyordu. Yandım Allah deyip birikmiş maaşını almadan kaçan personel kar sayılıyordu. Durumdan bunalan, tüm alacağını isteyip işten ayrılmak isteyen personel ise tehdit edilmekte ve hakarete uğramaktaydı. Zaten otelde kimse adam yerine koyulmuyordu. Hakaret, azar, küfür ve aşağılama kol geziyordu. Üstüne bir dayak yemedikleri kalıyordu. Misafirler dahi hakir görülmekte ve personel tarafından çoğu zaman terslenmekte ve azar işitmekteydi.

Oysa diz boyu misafir şikâyetleri hiçbir zaman dikkate alınmaz, her milliyete göre gruplandırılan şikâyetlerin aslında tamamen düzmece olduğu ve sadece acentesinden para iadesi almak için uydurulmuş yalan bir senaryo olduğu düşünülürdü. Misafirlere çıkan sözde açık büfe yemeklerin hali içler acısıydı. Otele alınan her ürün en düşük kaliteye sahipti. Meyve suyu niyetine içilen boyalı sular, neskafe niyetine sulandırılmış zift, kaşar peyniri niyetine preslenmiş patates karışımı, kırmızı et niyetine soyalı ürünler fasulyesi harcı, meyve niyetine inek önüne doğran kocaman karpuz dilimleri, deniz ürünleri niyetine ızgara köpekbalığı filetosu misafirlerin iştahını adeta fazlası ile kapatıyordu. Büfe hazırlıkları esnasında son dakika tespitleri yapılıyordu; öyle ki otelde beyaz peynir, domates, barlarda rakı veya votka kalmamıştı. Hatta meşrubatın bile bittiği oluyordu ancak son dakika fark ediliyordu. Hemen en yakındaki bakkala gidip birkaç torba dolusu ürün tedarik ediliyordu. Allahtan bakkaldaki içki stoku bile otelden daha fazlaydı, her seferinde imdada yetişiyordu. Tüm bunlara rağmen başta patron olmak üzere Genel Müdür otellerinin yeryüzündeki en güzel oteli olduğunu düşünüyorlardı.

Hafta sonu derbi maçına hazırlanan televizyon odasındaki sol köşesi delik perde ekrandan sadece patron ve arkadaşları istifade edebiliyordu. Tapınak Şövalyelerine mensup siyah kıyafetli birisi kapının önünde nöbet tutup gelen geçen otel misafirlerine ters ters bakıyordu. Bunlar zaten baştan aşağıya siyahlara bürünmüştü. Bunların otel üniforması yoktu. Tek bildikleri renk siyahtı. En yüksek ses desibeli ile izlenen maçta ‘’bir baba hindi’ler’’ çekiliyor, gol sevinçlerine garip sesler eşlik ediyordu. Önceden hazırlanan viski ve karpuz haricindeki meyve tabakları ve çerezler ise birkaç kez yenileniyordu. Çerezler patron için özel alınıyordu. Bunlar ağırlıklı olarak Antep fıstığından oluşuyordu. Barlar şefi patronun çerezlerini ‘’Kutsal Kâsede’’ saklıyor ve şifreli kasaya kilitliyordu. Onları sadece patron ve misafirlerine ikram ediliyordu. Onun dışında otelde çerez yoktu. Olurda misafir talep ederse bir avuç leblebi ve nohut için 5.-Euro ekstra adisyon açılıyordu. Bazen uyanık personel sotede mevzilenmiş patronun çerezlerini gizlice yiyor ve yanında bardan aldığı viskiyi içiyordu. Uzun bir sorgulama sürecinden sonra personel tespit edilirse Müslümanlıktan aforoz ediliyor ve zindana atılıyordu. Yüksek volümdeki maç anlatımını duyup televizyon odasına giren yabancı misafirler bazen buyur edilip oturmaları isteniyordu. Hemen ne içersiniz diye soruluyor ve ekstra adisyon açılmak isteniyordu. Buna itiraz eden ve ekstra para ödemek istemeyen misafirler zaten bu olağandışı maç izleme kültürüne yabancı olduklarından sessizce kalkıp gidiyorlardı. Aç ve biçare personel karnını doyurmak için açık büfelerden kalanlar ile idare ediyordu. Bu görev bazen yönetimin izni dâhilinde, çoğu zaman ise kaçak olarak yerine getiriliyordu. Yemek esnasında elbette susuzluk barda bulunan içecekler ile gideriliyordu. Votka portakal veya Cin-tonik’in tadını ise iyice benimsemişlerdi. Zaten nasıl olsa kimsenin ruhu duymuyordu, içebildikleri kadar meşrubat ve alkollü içecekleri tüketiyorlardı. Boşaltılan şişelere su ilave edilerek yine dolu gözükmeleri sağlanıyordu. Yani kısaca, ortada bir sorun yoktu. Pet su şişeleri tıka basa bunlarla dolduruluyor, içki âlemi gece yatakhanede devam ediyordu. Barın arkasında içki içip servise çıkan personel tespit edildiğinde, ısrarla ’’hayır içmedim’’ diye ifade kullanılıyordu. Kontrol etmek amacı ile personelin ağzını koklamak ise kişiyi rencide etmekle birlikte, dişlerini fırçalamadığından dolayı ağzının içinde biriken bakteriler ve çürük dişlerin yaydığı mide bulandırıcı kokunun en keskin içki kokusunu bile bastırdığı için genelde sonuçsuz kalıyordu.

 

Ara sıra patron lobby’de oturup kendisine şişede bulunan viskiden sipariş veriyordu. Viskisi bitmemiş ise sorun yoktu, hemen masasına servis ediliyordu. Ancak çerezleri çalınıp tüketildiği için o anda kendisine çerez ikram edilemiyordu. Barla şefi hemen koşarak Genel Müdüre geliyor ve ’’Patron çerez istedi ama şu anda yok, ne yapacağız müdürüm?’’ diyordu. Genel Müdür ani bir refleks ile okus pokus yapıp cebinden çerez dolu ‘’kutsal kâseyi’’ çıkarıyordu. Barlar şefi yine koşa koşa patronun masasına gidip kâseyi sehpa üzerine bırakıyordu. Ancak çerez beklemekten sıkılmış patron viskisini fon dipleyip masadan çoktan kalkmıştı.‘’Kutsal kâse’’ umursamaz bir hal ile yine Bar’a götürülüp bırakılıyordu. Bu esnada beklemekten canı sıkılmış olan barmen çerezleri arka arkaya yuvarlayıp kaşeyi hiç etmekle meşguldü. Bir sonraki çerez faciasının tohumları atılmıştı. 

 

Aslında tüm çalışanlar arasında geleneksel bir hiyerarşi vardı. Patronun adamları, kıdemli personel ve çömezler diye üç farklı grupta toplanmışlardı. Bir alt gruptan diğerine sınıf atlama mümkün değildi. Herkes baştan girdiği grup bünyesinde çalışmaya mecburdu. Otelde alt ve orta kademe görevlerde çalışan patronun adamlarının asli görevi ise tesise sahip çıkmaktı. Onlar tek bu şartla işe alınmışlardı. Çoğu ortaokul mezunu, okumuş mürekkep yalamış olanları ise lise terk’ti. Kendi içlerine kapanık, karanlık bir gölge gibi otelin duvarlarını yalaya yalaya ilerliyor, verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Onlar zaten patron tarafından kutsanmış birer ‘’Tapınak Şövalyeleri’’ kimliğine sahiptiler. Onlar halden gelen sebze ve meyvelerin tartıldığı kantarın başında durmak, halcinin patronu kazıklayıp kazıklamadığını kontrol etmek, Otele ait araçlarının yakıt sarfiyatlarını kontrol etmek, sabah fırıncının getirdiği ekmekleri saymak, fuel oil veya mazot gibi yakıtların kullanımlarını takip etmek, otelin içinde olup bitenleri patrona rapor etmek gibi kutsal görevleri vardı. Bazen bu tipler ciddi görevlere getirilirlerdi. Neredeyse tümü tecrübesiz oldukları için iş güç bir kenara bırakıp kapı kapılar ardında sürekli kulis yaparlardı. Bunlar Genel Müdürü dahi muhatap almazlardı. Onlar doğrudan patrona bağlı çalışan birer gizli istihbarat görevlisiydi. Çoğu mesleki tecrübe ve deneyimlerine sahip değildiler. Patronlarına vefakâr gözükseler de aslında işin iç yüzü pek öyle değildi. Onların tek amacı, bugüne kadar köyde ve taşrada görüp yaşadıkları ile içinde bastırmış oldukları alçaklık komplekslerini burada çalışıyor olmanın avantajına dönüştürüp, deneyimli, deneyimsiz tüm yönetici ve çalışan personel üzerinde egemenlik kurma gayretinin verdiği keyif ile mastürbasyon yapmaya çalışmaktı. Sonsuz yetki ile kuşanmış keskin kılıçlarını gerektiğinde fütursuzca sallıyorlardı etrafa. Diğer iki grubu oluşturan deneyimli ve çömez personel ise nüfuslu kimliğinden dolayı ‘’Tapınak Şövalye’’lerinin yollarına pek çıkmazlardı. Üstelik onlara şirin gözükmek adına düzmece ve yalan bilgi akışı yaparlar, her fırsatta iletişim çalışırlar ancak pek başarılı olamazlardı.

 

Patron’un adamları çok çeşitli idi. Aralarında bazen en tepeden en aşağıya kadar unvanlı veya bazen hiçbir unvanı olmayıp ortalıkta dolaşanlar vardı. Bazen bu saydıklarımın bir kısmı aynı birkaç tane birden olurdu. Ancak birinden biri olmasa bile, çoğunlukla birkaçı mutlaka vardı.

Bunlar zaman zaman kendi aralarında bile kapışır, oluşturdukları kendi iç dengeleri etrafında volta atarlardı. Onlar, özellikle alt kademe mensubu olarak kamuflajlı maskeler ile gezer, deşifre olana kadar özellikle göreve yeni başlayan orta ve üst unvanlı kimler varsa onları takip ederlerdi. Bazen işinde son derece tecrübeli bir yöneticiyi takibe alır, açık kollamaya başlarlardı. Otelcilik usulünü bilmedikleri için, mevcut durumu köyündeki adetler harmanlayıp kafasında analiz etmeye çalışırlardı. İşin sonucunda edindiği izlenimi patrona gider ve mutlaka olumsuz bir görüş bildirir, ilgili kişi hakkında yalan yanlış şeyler verirdi. Kulağına kar suyu kaçan patron ise ilgili kişiyi ’’daha yakından takip et’’ talimatı vererek adeta idam fermanını hazırlanmasına vesile olurdu. Neticede en yakın zaman süresi içerisinde ilgili kişi kendisini kapının önünde bulurdu. Kısaca bilgisizin bilgisi, bilgilinin bilgisine karşı galip gelirdi. Bitmez tükenmez bilmeyen entrikalar zincirinde bazen silah geri teper ve Tapınak Şövalyelerinin maskeleri tamamen düşerdi. Birbirlerinin maskelerini düşürmek yine aynı gruba mensup şövalyelerin işiydi. En yüksek rütbeli şövalyeler kendi grubundaki çömezleri

Yok, etmek için fırsat kollardı. Şartların böylesine olgunlaşması ise bazen aylar veya yıllar alırdı. Durum hemen patrona rapor edilirdi. İpini çekerek imha etmek ise yine bizzat patronun göreviydi. Böylece aldığı duyumlar üzerine hareket ederek kendi elleri ile yarattığı canavarı artık yok etme zamanı gelmişti. Bir dönem Tapınak Şövalyesi unvanına sahip kişinin sonu, genelde çok hazin olurdu. İşi bitirildikten sonra aynı gece ortadan kaybolur, genellikle geldikleri köy veya kasabaya geri döner, bir daha kimse ondan haber alamazdı. Ancak tüm bu ana kadar olan, bunca kıyım arasında haksız olarak işine son verilen birçok insana olmuştu. Bunun örnekleri çokça görülmüştür.   

 

Bu yazının içeriği Otelcilik sektöründe mevcut olumsuzlara ışık tutan izlenimlerimden ibarettir. Yazıdan anlaşılacağı gibi herkes bir şekilde birbirinden menfaat beklemekte ancak sonuçta herkes zarar görmektedir. Olayları tüm işletme sahibi, Genel Müdür ve çalışanlarına genellemek elbette haksızlık olur. Ancak Otelcilik sektöründe yerleşik olan çok ciddi kronik sorunları göz ardı etmek, karşısında durmamak, çözüm önerisi getirmemek, tartışmamak, hak ve adalet aramamak bu sektöre ihanet etmek ile eşdeğerdir. Yazıda konu edilen olayların bir kısmı size tanıdık geliyor olabilir, bazılarını bizzat sizde yaşamış olabilirsiniz. Geçmişte yaşanan ve halen bazı örneklerinin yaşandığı günümüzde, olumsuzlukları bertaraf etmek adına çok ciddi adımların atılması gerekir. Otelcilikteki orta oyunlarına artık bir son vermek gerekir. Bu ve buna benzer örnekleri dünyanın herhangi bir Ülkesinde yaşayabiliriz. Öyle veya böyle, ne şekilde olursa olsun Türk Otelcilik sektörünü ayağa kaldırarak Avrupa standartlarına taşımanın artık zamanı gelmiştir. Bir sonraki yazımda sizlerle bu konu ile ilgili yapabileceklerimize ait fikirlerimi paylaşacağım.

Devam Edecek

Yayın Tarihi
02.02.2011
Bu makale 10901 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Sayın Bekin, Bu sektörde 36 yılını harcamış olan bir kişi olarak, ayrıca son 20 yıldır Antalya'da bulunduğum süre zarfında edindiğim tecrübeler, maalesef sizi % 99.9 haklı çıkarmaktadır. Çok yazık !

Vedat Berker 12.02.2011

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!