Kaç ömürlük nur çıkar ki topraktan? Eşele.
Belki ben yakındayımdır.
Belki sen sancısı tutmuş sabahlarda dört dönüyorsundur.
Deniz denize çarpar, hayatın tayfları saçılır yapraklara
ve ben dinginimdir ya da sen elleri cebinde,
yakalarına saklanmış sabırsız ve korkulu asılısındır sokağa.
Bekle.
Kaç köprüden atlasam yere düşmeden çakılırım rüyaya.
Çünkü sen boynu kırılıverecek bir mısra söylüyorsundur. Susma.
Nurtaç İnci
Çayı şekersiz içerim. “Camide gözü olmayanın, ezanda da kulağı olmaz” öz deyişinde olduğu gibi kaşık lazım olmadığı için ilgimi de çekmez hiç. Ama bu sefer kaşığın tasarımı mı yoksa o akşamki konuşulan konular mıydı bilmiyorum çay bardağının yanında gelen çay kaşığı, bakışımı çekiştiren bir duruşun içindeydi. Sanki bana bakıyordu. Sanki bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Çay kaşığının bilinen tek bir görevi vardı bildiğimiz, karıştırmak. Aslında ben ona eritmek diyorum. Bir şeyin bir başka şey içinde erimesine destek olmak. Onun görevi erimeye dost olmak, eriyene, eritene şahitlik etmekti. Aynen aşklarda olduğu gibi.
Ki aşk bir kişinin bir başka kişi içinde erimesidir. Eriyen eridiğine farklı bir form kazandırır aşkta. İşte çay kaşığı aşkın parçasıdır bu açıdan bakınca.
Söz verilmiş oyuncağı alınmış çocuğun sevincidir şekeri karıştıran kaşığın cama her değişte çıkardığı ses. Coşku doludur. Arzu doludur. “Bir daha” doludur. “Hadi” doludur o sesin daveti içinde.
Yudumlanışlar, dudağın cama değişi gelir ardından. 18 indeki delikanlının sevgilisine gidişi gibidir çay kaşığının bir elde sıcak çaya dalışı.
Dedim ya çay kaşığı bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Sanki sarılmayı isteyip de kolsuz kanatsız olduğu için sarılamadığını söyleyecekti. Beklide gelmek istiyordu fakat ayakları olmadan gelemediğini, mutlaka bir başkasına olan muhtaçlığını anlatacaktı uzun uzun. Çaresizliğinden dem vuracaktı. “Çayın sıcağı ne olur ki çaresizliğin ateşinde yanmayı sen bir yaşasan” diyecekti.
Kaşık bir kadın gibiydi. Tasarlayanlar onu sütun gibi bir kadına benzetmişlerdi. Yuvarlak bir baş, incecik ve dalyan gibi bir vücutla. Ama tasarımdaki eksiklik onun çaresizliğiydi. Kolları, ayakları, ağzı, gözü ve kulakları yoktu. Söylemek istediğini söyleyemediği bir çaresizliğinin yanında, görmek isteyip de göremediği, duymak isteyip de duyamadığı, gitmek isteyip de gidemediği çaresizlikleri vardı.
Tek sevinci onun ateşe atılmasıydı. Birinin onu eritmeye götürmesinde eriyen şeker değil de kendi olurdu.
Bunu Özlem’e anlattığımda şaşkın, şaşkın beni dinliyordu.
“Bir kaşıktan neler çıkardın Faik…” dedi. Sonra sessizleşti, mahzunlaştı ve bana kardeşini anlattı. Kardeşinin çaresizliği ve sevincinin kaşıkta nasıl benzeştiği ve anlam bulduğunu söyledi.
Uğur tekerlekli sandalyeye mahkum bir hayatın içinde çaresi ile çaresizlikleri eşitleyip pencereden dışarıya bakarken her yeri bembeyaz etmiş karın yağışındaki coşkuya dahildi. Akşama İstanbul’dan ablası Özlem gelecekti. Mahalledeki çocuklar karda ayak basılmadık yer bırakmamışlardı. Kendi aralarında kartopu oynuyorlardı, Uğur kartopu oluyordu çocukların elinde, lapa lapa kar oluyordu saçaklara tutunmuş.
Uğur sessiz ve çaresiz coşkusunda nasıl kardan adam yapacağını düşünüyordu. Tekerlekli sandalyedeki birinin nasıl karda ayak izi olurdu? Diğer çocuklardan farkı buydu. O da her çocuk gibi kışın kardan adam hayalleri kuruyor ama diğer çocuklar gibi yapamıyordu.
Özlem final sınavları bitirmiş, tatil için Ünye’ye gelmişti. Aile uzaktaki kişinin gelmesiyle bütünlenmiş, anne en güzel yemeklerini sevinçli bir telaş içinde yapmıştı. Su böreği ve yaprak sarması olmadan olmazdı. Esas lezzet her bir yaprağın Özlem’i anarak sarılmasındaydı. Her yaprağın içine bir satır şiir okunmasıydı.
Uğur ablasına İstanbul’u sordu. Martıları sordu. Beyoğlu’nu sordu. Topkapı Sarayı’nı sordu. Hatta ablası Dolmabahçe’de yediği çıtır simidin tadını hissettirdi anlatımındaki detayda, hatta kalabalığı anlatırken Uğur sanki kendine omuz atılmış gibi baktı bir ara. Galata köprüsünde çapariyle istavrit yakalayan Ahmet Abiyle sohbet etmiş gibiydi. Özlem İstanbul’u bu kadar zengin anlatıyordu. Uğur köşeyi dönse Orhan Veli’ye rastlayacaktı. Cüneyt abisine “çık karşıma ben Fatihin fedaisiyim” deyi verecek gibiydi. Akıp gidiyordu ablasının anlattıklarında. Haliç gibi birleşmişti boğazla. Hatta Boğaziçi köprüsü olmuştu bir ayağı ablasında, diğeri kendinde. Gözlerini kapattığında arabalar, korna sesleri, insanlar, sevgililer, çınar ağaçları, vapur sesleri, ezan sesleri geliyordu aklına. Hatta kapkaççılar, terminalde geciken otobüse bakan Urfalı Mehmet amcayı bile görür gibiydi.
Ablasına sessizce bakıyordu Uğur. Okuduğu kitaplardaki İstanbul gibiydi ablası. Seyrettiği filmlerdeki gibi duruyordu Özlem. Camilerin minaresi kadar çok, camilerin minaresi gibi dik duruyordu.
Uğur bu denli zengin ve çareli iken, tek bir çaresizliği vardı. Tekerlekli sandalyedeydi ve kardan adam yapamıyordu.
Ablasına ışıl ışıl bakarak “özlem, benim yerime bir kardan adam yapar mısın?” dedi. Sesi aynen kaşığın cam bardakta çıkardığı “çın, çın, çın” gibi çıkıyordu.
Çay kaşığı beni bir dünyaya götürürken, Özlemi de Uğur’una götürmüştü. Her ikimiz de kendi çarelerimizin içinde çaresizliklerimize bakmadan susuyorduk gecesin geri kalanında olacakları merak ederek.
Çay kaşığı çayda değil çaresizlikte daha çok yanıyordu. Özlem de ben de suskunduk.
Gecenin devamında Aynur’un Klimanjaro hayalleri “çın, çın, çın” ediyordu bol sulu bol yeşillikli düzlüklerde.