Bu öyküyü, uzun seneler önce,1980li yıllarda köşesinde Hasan Pulur
anlatmıştı.
Yıllar sonra,bir dostumuz hatırlattı.
Sizlerle
paylaşmak istedim.
***
Sadece bir tane oğlu bulunan, çiftlik sahibi, varlıklı bir adamcağız iyice
yaşlanıp yatağa düşer ve hasta yatağında ölümü beklemeye başlar. Ölümünden bir
süre önce, oğlunu yanına çağırıp vasiyetini söyler:
- Oğulcuğum. Yatağın yanında, içi altın dolu iki tane kese var. Bunlardan biri
senindir. Al, güzel güzel harca, helaldir. Diğerini ise, ne yapıp edeceksin,
memleketin en büyük eşkıyasını bulacaksın ve ona hediye edeceksin. Sebebini
sorma, vasiyetim böyledir !
Yaşlı adam bunları söyledikten bir kaç gün sonra ruhunu teslim eder. Oğlu,
cenaze töreni ve yaş tutma günlerinin ardından, artık babacığımın vasiyetini
yerine getirmeliyim deyip, her iki keseyi yanına alır ve memleketin en büyük
eşkıyasını bulmak için ülkeyi dolaşmaya başlar.
Fakat, nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, ondan daha da namlısı, kanlısı,
belalısı olduğunu öğrenir ve böylece aylarca dolaşır.
Nafile ! Kime sorsa, verilen cevaplar benzer şekildedir:
- Evet, bizim eşkıya yirmi kişiyi öldürmüş, yüzden fazla kızı dağa
kaldırmıştır; ama duyduk ki falanca yerdeki eşkıyanın öldürdüğü adamların
sayısı saymakla bitmezmiş.
Böyle böyle, zavallı çocuk bir seneye yakın dolaşmış. Nihayet sora sora,
ülkenin yol vermez dağlarla çevrili bir köşesinde öyle bir eşkıyanın adını
işitmiş ki, Allah böylelerinin şerrinden herkesi emin eylesin. Anlatılanlara
göre, bıyıklarında adam aşıp sallandırır, heybetli, gözünü budaktan sakınmaz,
padişahı bile tanımaz öyle bir yiğitmiş ki, köylüler korkularından ismini bile
fısıldayarak söylerlermiş. Hükmettiği dağların yamaçları onun öldürdüğü
insanların cesetleriyle doluymuş. Nice genç kız, koca nimeti göremeden onun
adamları tarafından tenhalara çekilmiş.
Yedi dağın eşkıyası diye bilinen bu haydutun öykülerini dinledikçe, bizim çocuk
nihayet "artık bundan daha canavarı olamaz" deyip, eşkıyanın yaşadığı
en büyük dağa doğru yola çıkmış. Hava deseniz, kışın ortası, soğuk adeta
insanın ciğerlerine işlemekte. Dağa varıp da bata çıka yolu hemen hemen
yarıladığında, eşkıyanın adamları karşısına çıkıp çocuğu esir almışlar. Tek
başına bu dağda ne gezersin bre ahmak, deyip soruşturmuşlar. Çocukcağız, ağanıza
bir hediye getirdim, silahsızım, zaten size güç yetiremem diye yeminler etmiş;
onun silahsız olduğunu anlayıp yedi dağın eşkıyasının karşısına çıkarmışlar.
Eşkıya hakikaten dedikleri kadar varmış. Bizim çocuk, eşkıyanın ağaç dalları
kalınlığında bıyıklarını, kurşunla dolu fişeklerini, iri cüssesini görünce
yaprak gibi titremeye başlamış. O titrerken eşkıya gürlemiş:
- Be hey tıfıl, kimden cesaret aldın da benim dağımda destursuz gezersin !
Kurda kuşa yem olmadan önce anlat bakalım burada ne aradığını.
Delikanlı, cesaretini toplayıp, babasının öyküsünü ve vasiyetini anlatmış, sözü
bitince, koynundan kesenin birini çıkarıp yedi dağın eşkıyasına uzatmış:
- Ağam, babamın bana emaneti altın kesesi işte budur. Sizin hakkınızdır. Bunu
size vermezsem babam mezarında rahat yatmaz, lütfen kabul edin.
O namlı eşkıyanın yüzünde babacan bir ifade belirmiş:
- Sevdim seni be genç adam. Safsın, temizsin, belli ki daha dünyadan haberin
yoktur. Evet benim namım bu dağları sarmıştır, lakin memlekette benden büyük
bir eşkıya daha bulunur. Biz eşkıya da olsak, hak etmediğimiz mala el sürmeyiz.
- Etmeyin ağam, sizi bulmak için bir senedir dolaşmaktayım.
Ağa, elini kaldırıp konuşmuş.
- Sen şimdi geldiğin yoldan don, kasabayı geç, şehre var. Gidip kadı efendiyi
bul. Memleketin en büyük eşkıyası odur. Selamımı şöyle, bu keseyi ona ver.
Eminim alır!
Sonra adamlarına işaret etmiş.
- Bu yiğidi, basına bir iş gelmeden düze indirin, şehir yolunda bırakın.
Böylece bizim genç adam şehre varmış. Sorunca hemen kadı efendinin yerini göstermişler,
konağına varmış, güzelce selamlayıp, başından geçenlerin hepsini anlatmış.
- İşte böyle kadı efendi. Bu keseyi hak eden sızmışsınız, ben de eğer kabul
ederseniz size takdime geldim.
Kadı efendi zemberekten boşalır gibi yerinden fırlamış:
- Vay ahlaksız, müfteri eşkıya! Hakkımızda neler demiş. Be hey Allah'tan
korkmaz kul, sen ne yüzle bana haram para teklif edersin ! Şimdi yatırayım mı
seni kırbaç altına?
Genç çocuk ağlamaya başlamış:
- Efendim ben de anlatılanlara uydum. Aylardır evimden uzağım, artık gezmekten
usandım, yoruldum. Hani şöyle kitaba bir baksanız da bu işin bir hal yolunu
bulsanız.
Kadı efendi, kara kaplıyı açıp sakalını sıvazlamış:
- Şmdi, bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para kabul etmesi hem
kanun-u ali'ye, hem şeriate, hem de Allah rızasına münasip olmayıp, alan da
veren de bu alemde ve mahşerde suçlu durumuna düşer. Lakin, eğer aramızda bir
ticari akit tanzim eder ve dahi sen bana bu bir kese altını bir alışveriş
neticesinde takdim eyler isen, ben dahi bunu senden bir hizmet karşılığı alır
isem, şer'an caiz olup başkaca bir işlem yapılması gerekmez. Yani, kısacası,
ben bu altınlar karşılığı sana bir şey satacağım.
- Ne satacaksınız efendim ?
Kadı efendi, elini uzatıp pencerenin dişini göstermiş.
- Bak bu dışarıdaki bahçe ve civarındaki cümle arazi bana aittir. Şimdi, ne
görüyorsun bu arazinin üzerinde ?
- Kar, her yeri bembeyaz kar kaplamış.
- Pek güzel, işte ben bu arazideki karları sana satacağım, sen de bir kese
altın karşılığı aldığını beyan eder bir belge imzalayacaksın, böylece alışveriş
tamam olacak.
Altınlardan bir an önce kurtulmak isteyen genç çocuk, efendim aklınızla yaşayın
deyip teklifi kabul etmiş, derhal bir mukavele düzenlemişler, imzalar atılmış.
Altın kesesini kadı efendiye teslim eden çocuk, huzur içinde ordan ayrılmış.
Memlekete gitmeden önce bir handa geceleyip hem karnını doyurmayı hem de biraz
dinlenmeyi münasip görmüş.
Handa horul horul uyurken, sabaha karşı kadının emrindeki zabtiyeler kapıyı
yumruklamışlar.
- Kalk hele, kadı efendi seni görmek ister, davası varmış !
Genç çocuk, ne davası ola ki dediyse de yaka paça götürüp kadının huzuruna
çıkarmışlar. Bir de bakmış ki, kadı efendi hiddet içinde. Sinirinden sakalı
titremekte, gözleri kıpkırmızı, insanı delecek gibi bakmakta. Daha, selamın
aleyküm diyemeden kadı efendi bağırmış:
- Be hey utanmaz, arlanmaz, eşkıya kılıklı işgalci. Bre biz seninle dün akşam
arazimdeki karları satın aldığına dair mukavele imzalamadık mı ?
- İmzaladık kadı efendi, ben de karşılığını size takdim ettim.
- Sus ! Bak bakayım dışarıya, ne var arazimin üzerinde?
- Ne olacak, kar var ... tıpkı dünkü gibi.
- Mel'un hala konuşuyor ! Dün sen bu karları benden satın almadın mı ? O halde
senin karların ne hakla benim arazimi işgal ederler ?! Şimdi bu işgal kanun
dairesine ve de hak rızasına uygun mudur? Derhal kaldır o karları benim
arazimden, yoksa, vallahi acımam, seni işgalcilikten hapse attırırım!
- Aman efendim, dönümler dolusu karı ben nasıl kaldırayım ? Gücüm yetmez, karda
kışta olur kalırım.
- Onu, arazimi işgal etmeden önce düşünseydin! Vallahi yapacağım gereğini.
Çocukcağız yine yalvarmış.
- Efendim, ocağınıza düştüm, yok müdür bu işin de kitaba uygun bir hal yolu ?
Kadı, kara kaplıyı tekrar açmış, bir müddet mırıldanarak okuduktan sonra:
- Vardır! şimdi arazi sahibi ve davacı olan ben ile, davalı sıfatı ile sen
arasında, arazimi işgal bedeli karşılığında, benim de rızam ile bir kese altın
karşılığı işbu karları burada tutmaya iznim olduğunu belirtir bir mukavele
imzalarsak, bu husus şeriate ve nizama uygun bir şekilde halle kavuşur. Yani,
sen bana öbür kese altını da işgaliye bedeli olarak vereceksin.
Bizim genç çocuk öbür kese altını da vermiş, gereken evrakları imzalamış,
konaktan çıkıp temiz havaya kavuştuğunda, dağlara bakıp konuşmuş:
- Hey gidi yedi dağın efesi ! Sen haklıymışsın. Daha büyük eşkıyalar da varmış.
Senin açık açık yaptığın eşkıyalık, bunların kanunla yaptığı eşkıyalığın
yanında nedir ki ...
***
Bu öykü de böyle.
Aman kimse üstüne alınmasın...
Hayırlı haftalar, hayırlı başlangıçlar…
Ecz. Hasan KİLİT
Muratpaşa Belediye Meclis Üyesi