Memleketimden İnsan Manzaraları (78)

Sevdiğime  “Seviyorum”  Diyemedim !

Gel, gel!.. Gel ki var olayım                                                                                                                                          

Çünkü gelmezsen yokum ben.

İnan, bir tek sana açım                                                                                                                                                             

Onun dışında tokum ben.

Dudakların onaylarsa                                                                                                                                                   Yaydan çıkan bir okum ben.

Tek yüreğim bine bedel                                                                                                                                                     

 Sandığından da çokum ben.

                Sabri Galip Nakipler

 

 

                Geçen hafta, Şehriban Tuğrul’un “Anılarımla Hasanoğlan” adlı kitabında anlattığı “ilk göz ağrısı” diyebileceğimiz genç kızlık aşklarından söz etmiştik.

                Merak edersiniz diye devam ediyorum. Söz yazarda yine:

                “Bir gün, Mürüvvet ile ben, akşamüzeri Âşıklar Yolu’nda dolaştık. İdare binasının arkasındaki doğu kapıdan ana binaya girerken, elektrik çarpmışa döndüm. Karşımda kapkara bir göz vardı; sadece göz… İçeriye girip tam köşeyi dönerken geriye baktım. O kapkara göz de benim üzerimdeydi. İkimiz de çarpılmıştık sanki. Hangi sınıfta diye merak ederken, meğer çok yakınımdaymış. Ama benim şımarıklığım ve kendimi beğenmişliğim yüzünden yanaşamıyor, ben de yanaşmasını istemiyordum.”

                Hayret!.. Böyle bir durumda, henüz 15 – 16 yaşındaki bir genç kız nasıl gem vurabilir duygularına? En önemlisi de niçin saklar sevgisini? Neden karşılık vermez ya da veremez?

                İşte bu soruların cevabı:

                “Babama söz vermiştim; böyle şeylerle uğraşmayacaktım ama gelgitler öldürüyordu beni. Yatağıma uzandığımda Paşaköy’le burası beni seçim yapmaya zorluyor; ikisini de istemiyordum sonunda… O, “Teklifimi kabul et”; ben “Etmem” diye mektuplar verip durduk. Nedense arkadaşlarım da onu istemiyorlardı. Hele Sultan Abla asla istemiyor; “Sizi birlikte görürsem, hem idareye hem de babana söylerim.” diyordu. Öylece ortada kalmıştım. Acı çekiyordum.”  

                Şehriban’ın Paşaköy’deki aşkına hoşgörüyle yaklaşan Sultan Abla, neden burada çok katı, anlayamadım. Kendi köyündeki delikanlının sevgilisini, başkasına kaptırmamak için miydi acaba?

                Yazar, yalnız kendi aşklarına değil, arkadaşlarının aşklarına da yer verir bu eserde. “Örnek ver de görelim” derseniz, buyurun:

                “Bu arada Ahmet Tunalıoğlu’yla Halime Tekgül konuşmaya başlamışlardı. Ahmet çok utangaç, Halime ise açık yürekli ve anaçtı. Artık nerde âşıklar var, onlar dikkatimi çekiyor ve onlara özeniyordum. Halime, sınıf kızlarını ve erkeklerden birkaçını evlerine davet etti. Biz kızlar ve Ahmet’le iki arkadaşı banliyö treniyle Lalahan’a (*) gittik.

                “Aile, Ahmet’le kızlarının ilişkisini biliyor ve yadırgamıyordu. Bu harika, takdire şayan bir davranıştı. Bize değer vermişler, çok güzel yemekler hazırlamışlardı. (…)

                “Akşamüzeri Hasanoğlan’a dönerken çok neşeliydik. Ama Ahmet kardeş hâlâ kıpkırmızı, pancar gibiydi.”

                Ne şanslı bir kızmış Halime Tekgül!

                Ahmet gibi bir sevgilisi olduğu için değil, kızlarının erkek arkadaşını evlerine davet edecek kadar modern görüşlü bir ailesi olduğu için…

                Bırakın 1970’li yılları, bugün bile pek çok genç kızımız böyle bir şansa sahip değil maalesef.

                Gizli gizli, korka korka yaşanan bir sevgi zevk midir, eziyet midir?

                Kızlarının sevme ve sevilme özgürlüğünü kısıtlamayan, aksine onların bu haklarını özgürce kullanmasına ortam hazırlayan tanıdığım pek az aileye hep hayranlık duymuşumdur.

                “Kara Gözlü’den ne haber?” diye sorarsanız, sözü yazara bırakayım ben yine:

                “Sinema salonunda yediğimiz meyvelerin kabuklarını ve leblebileri balkon katından aşağı atıyor, onların yukarıya bakıp araştırmaları hoşumuza gidiyordu. Tabii ki herkes beğendiği erkeklere atıyordu. Ben de kara gözlüye… Ama aramızdaki ilişkinin şekli gelgitlerde… İkimiz de birbirimizi istiyor, ama ben baba, idare ve Sultan Abla korkusundan ne evet ne de hayır diyordum. Böylece hem kendim, hem de o çok acı çekiyorduk.”     

Bir Lalahanlı Halime’nin rahatlığı ve mutluluğunu düşünün; bir de Şefaatli Şehriban’ı?

                Halime, sevgilisini evine davet edebilirken; Şehriban “merhaba!” demekten bile korkmakta.

                Sanırım ki, “Ne olacak bu memleketin hali?” demeden önce, “Ne olacak bu genç kızlarımız ve delikanlılarımızın hali?” diye sormamız gerekir!

                Benimle aynı görüşte misiniz, çok mu farklı düşünüyorsunuz yoksa?

                Bunu nerden bileyim ben! Onca kolay iletişim yolları varken, bir “evet” ya da “hayır” deme zahmetine bile katlanmazsanız…

                Boş verin, siz benim saçma sapan düşüncelerime de, gelelim biz Şefaatli Şehriban’ın dediklerine…

                Kızımız, artık 4. sınıf öğrencisidir Hasanoğlan’da. Yani lise birinci sınıf… Yarıyıl tatili için memleketinde, ailesiyle birliktedir. Söz O’nun yine:

                “Yine akraba, arkadaş ve komşu ziyaretleri yoğundu. Eskiden sakin ve dik giderken, şimdi tedirgin oluyordum. Başımı dik tutup yürüyorsam, etrafımda çoğalan erkeklerden birisini bana yakıştırıp dedikodu yapacaklar diye aklım çıkıyor, başımı eğiyordum. Benim adım kötüye çıkmamalıydı. Ben okuyacak, kızlara örnek olacak, onların da okumasına önder olacaktım. Yine de dedikodu yapıyorlardı tabii. Ailem de beni bildiği için aldırmıyorduk.”

                Evet, Şefaatli’de durum bu… Okulda, Hasanoğlan’da nasıl acaba?

                “Karagözlüm beni durmadan sıkıştırıyor, mektuplar yolluyordu. Onun istediği şekilde cevap veremiyor; üzülüyordum. Kendimce bir alfabe icat etmiştim. Bütün duygularımı yeni harflerimle deftere döküyordum. Nuriye benim alfabemi ele geçirmiş ve yeni alfabeyle yazdıklarımı çözmüştü. O’na Burhan Ağabey vasıtasıyla bildirmiş, O da daha çok üzerime düşer olmuştu. Mektupla gönderdiği şiir beni çok etkiledi. “HIRS” adlı bu şiir Necip Fazıl Kısakürek’indi.

                “Sen kaçan yavru bir geyiksin dağda,

                Ben peşine düşmüş bir canavarım.

                İstersen dünyayı getir imdada,

                Yeryüzünde bir sen, bir de ben varım.” 

diye sürüp gidiyordu şiir. Bu şiiri Döneyle okuyup ağladık. Sırrımı açtığım, gerçek duygularımı söylediğim tek arkadaşımdı Döne.

                “Bu şiirden sonra sanki nefesini hep ensemde hissettim. Bu duygu beni hem gururlandırdı, hem de korktum. Artık sık sık arkama bakıyordum; genellikle de arkamda görüyordum.

                “Bir gece etüt arasında yatakhaneye gidiyordum. Okulun kuzey kapısından çıktım. Sağdan ve duvar dibinden giderken birden karşıma çıktı. Ne yapacağımı bilemedim. Elim ayağıma dolandığı gibi, kalbim de küt küt atıyordu. İlk defa bu kadar yakındık. O da benden beterdi. Sanki bir kuvvet beni O’na doğru itiyor, heyecandan nefesim kesiliyordu. Belki elim elindeydi. Tir tir titriyordum. Sıcak nefesi de yüzümde… O loş ortama birisinin silüeti bir gülle gibi düştü; Sultan Abla… Bana öyle bir tokat attı ki, utanayım mı, kızayım mı bilemedim. Düşündüğüm tek şey, “Ya babama söylerse!..” Ve hissettiğim ise korkuydu. Bir daha asla dönüp bakmayacaktım. Başı sonu belli olmayan bu ikilem bitmeliydi artık. Bağrıma taş basacaktım.”

                Şehriban Tuğrul’u kutlamak gerekir. Anılarını, duygu ve düşüncelerini böylesine açıkça, korkusuzca dile getirdiği için…

                Bilirsiniz, erkekler bu tür duygularını anlatmaktan çekinmez, aksine gururla yazıp söyler de, kadınlar genellikle korkar. Neden korkar? Herkesçe ayıplanmaktan… Başta -erkek kadın fark etmeden- en yakınları tarafından ayıplanmaktan ve dahi dışlanmaktan…  Konu aşksa, ne farkı vardır; kadınla erkeğin? Kızlarımız ve kadınlarımız da sevemezler mi? Âşık olamazlar mı? Neden duygu ve düşüncelerini gizlemek zorunda kalsın onlar?

                Derim ki ben; kız olsun, erkek olsun, çocuklar hele hele babadan ve anneden hiç korkmamalı. Öğretmenden de korkmamalı; okul müdüründen de… Korkunun olduğu yerde sevgi yoktur çünkü.

                Sevginin olmadığı yerde, var olduğunu sandığımız hiçbir şey yoktur. Var gibi görünenlerinse hiçbir anlamı yoktur.               

Korkunun egemen olduğu bir ortamda sevginin yeşerip filiz vermesi mümkün mü?

                Sevginin olmadığı bir yerin, ne farkı vardır çölden?

                Sevilen bir anne – babanın, sevilen bir öğretmenin verdiğini, korkulan hiçbir anne – baba, korkulan hiçbir öğretmen veremez.

                Neyse ki, bir teselli payı çıkarmış; Şehriban kızımız kendine:

                “Yine gençler grubu bir aradaydık. Paşaköy medeni bir köydü ya da Sultan Abla kimseyi takmıyor, kızlı erkekli toplanıyorduk. Halbuki başka yerlerde bu kadar serbestlik yoktur. Ya da ben tutucu biriydim; böyle bir çevrem yoktu.”

                “Hani, nerde teselli payı?” derseniz, işte:

                “Paşaköylü veliler, benim ve Sultan Abla’nın sayesinde kızlarını okumaya gönderdiklerini söyleyince çok sevindim. Zaten kızlarımız okusun diye fedakârlık yapmadım mı? Sevdiğime ağız dolusu ‘seviyorum’ diyemedim. Devamlı gelgitler yaşadım. ‘Okuyan kızlar ahlaksız olur’ demesinler diye. Ağlamayı unuttum; ağlamayı zayıflık gördüm, ağlarsam okuldan ayrılırım sandım. Ben yağmurda dışarıya çıkıp yağmurda ağladım. Memlekette salına salına gezemedim; adım çıkmasın, ‘Okuyan kızlar da namuslu olur’ desinler diye. İstediğim gibi giyinemedim. ‘Okuyan kızlar açık olur’ demesinler diye. Bu liste uzar da uzar. Ama fedakârlığın faydasını da gördüm şimdi. Bu kızlar bizim sayemizde buradalardı işte.” (**)

                Atılan taş, ürkütülen kurbağaya değdi mi acaba?

 

                                                                                                                         Hüseyin Erkan

                                                                                                      huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

                                                                                                                  Telefon: (0535 612 93 62)

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

(*) Lalahan, Ankara ile Hasanoğlan arasında bir yerleşim merkezi… Tren istasyonu vardır.

(**) Anılarımla Hasanoğlan (Yazan: Şehriban Tuğrul, Hasanoğlan Mezunlar Derneği Yayını, 2016 Ankara,

       Telefon: 0312 379 33 33)

Yayın Tarihi
04.09.2016
Bu makale 999 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!