İyi insanlar

İyi insan olmak…

Bunun için sadece dürüstlük, doğruluk, hoşgörü, saygı gibi tüm insanlıkça kabul gören evrensel değerlere sahip olmanız yeterli. Bunun için milliyetiniz, dininiz, ırkınız önemli değil. İyi ve erdemli insan olun ve aklınızın yatmadığı tüm davranışlarınızı vicdanınızda meşrulaştırmayın yeter.

Özgürlük, adalet, eşitlik…

İnsanlık için çok önemli kavramlar ve muhtemelen ekmekten önemli. Toplumlar halinde yaşayan insanların bu temel ihtiyaçlarını emanet ettikleri kurum ise hukuku işleten ve bu hukukun sahibi olan tüm toplum adına karar veren mahkemeler, yani yargı.

Yürütme, yasama, yargı…

Uygar ve özgür toplumların yönetim şekilleri ne olursa olsun temelde sahip oldukları üç kuvvet. Dördüncü kuvvetin medya olduğu da çağdaş dünyanın tartışma gündemlerinden eksik olmuyor. Aslında muhalefet de önemli bir kuvvet. Çünkü bu dördü neredeyse tüm toplumlarda var ancak muhalefet sadece uygar ve demokratik toplumlarda var.

Demokrasi her ne kadar doğasında birçok kusuru barındırsa da alternatifleri ile birlikte değerlendirdiğinizde yine en yaşanılası sistem. Şimdilik insanlık daha iyisini icat etmedi. Bu üç kuvvetin birbirine müdahalesi ve sonuçta meydana çıkan kargaşa medeniyetin önündeki en büyük engel. Özetle yasama toplumun ihtiyacı olan kanunları diğerlerinden bağımsız bir şekilde yapıyor, yargı bu kanunların temel insanlık değerlerine ve gücünü bu değerlerden alan anayasa ve yasalara uygun olup olmadığını denetliyor. Yürütme ise tamamen bu çerçevede toplum hizmetlerinin yürütülmesini organize ediyor. Aslında üç kuvvetin icracıları da toplumun hizmetindeki memurlar. Verdikleri hizmetler dışında birbirlerinden bir farkları olmayan toplumun içinden çıkan insanlar. Yani sen, ben, o; akrabalarımız, tanıdıklarımız, dostlarımız.

E peki nedir sorun, neden insanlar mutlu değil, nedir uzlaşamadığımız konu?

En temel sorun yürütmenin halkoyuyla göreve gelmesi ve aslında yüzlerce yıl önce tesis ettiğimiz, tamamen bize ait kuvvetler ayrılığı sistemini yozlaştırmamız. Halkoylamasına karşı olmak söz konusu olamaz, elbette egemenlik millete ait olmalıdır. Ancak bu yöntemle göreve gelenler bu seçim galibiyetlerini hazmedebildikleri sürece…

Patenti bize ait olan sisteme göre aslında yüzyıllar önce biz bu işi çok güzel yapabiliyorduk. Hukukun içeriğini belirleyen, yani yasaları yapan bir yasama (ulema), bu yasalara göre ülkeyi yöneten bir yürütme (sultan) ve bunların tümünün yasalara, anayasaya (Kuran-ı kerim) uygun olup olmadığını denetleyen kadılar (yargı). Kimse kimsenin işine karışamıyordu. Kanun önünde herkes eşitti ve kimse kimseye müdahale edemiyordu. Kim ne derse desin altı yüz yıldan fazla süren bu sistemin dayandığı nokta işte bu hukukun üstünlüğü ve kuvvetlerin ayrılığı sistemiydi. Şeriat, dogmatik kanunlar vs vs diyenler olacaktır. Ancak baştan beri hiç dini referanslı bir kelam etmedim. Bu zaten bir ayrıntı. Kuran’da zaten yönetim biçimi önermiyor. Yöneticileriniz hanedandan gelir ya da seçim yapın falan da demiyor bunlar ayrıntı. Önemli olan uygulama. İsterseniz güncel bir örnek vereyim. Şu anda dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri ve genel kabulle en yaşanılası ülkelerinden biri olarak gösterilen ülke “Norveç Krallığı.” Herkesin gitmekten çekindiği, açık oy, açık tasnifle başkanın seçildiği, halkın futbolda son dünya kupasını aldıklarını sandıkları ülke “Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti.” Yani önemli olan pratikteki uygulamalar, insanların ne hissettikleri. Parlamenter sistem, başkanlık sistemi, monarşi, şeriat siz adına ne derseniz deyin insanlar özgürlük, eşitlik, adalet ve refah istiyor. Medeniyette böylesi ortamlardan çıkıyor.

Yukarıda bir yerlerde demokrasinin arızaları olduğundan bahsetmiştim. Demokrasiler aslında çoğunluğun oyunu alan seçilmişlerin göreve geldiği sistemler olarak bilinse de aslında en çok oy alan azınlığın göreve geldiği sistemlerdir. Çünkü Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti dışında her zaman tüm seçmenin yüzde yüzünün oyunu alamazsınız. Yüzde elli – elli beş oy alan bir yönetici bile aslında diğer yüzde kırk beş – elli tarafından istenmiyor demektir. Ancak bu seçim zaferi kazanmış bir seçilmişin gözüne görünmez. Halk egemenliğinin her şeyin üzerinde olduğu savıyla hareket eder ve eğer bir de üst üste birkaç dönem seçim kazanırsa işler çığırından çıkar. Bir milli egemenlik sarhoşluğu, bir iktidar körlüğü alır yürür. Devletin diğer kuvvetleri ve kurumları ile her görüş ayrılığı bir krize dönüşür. Halbuki en ücra taşra mahkemesinden, en yüksek ana yasa mahkemesine kadar tüm mahkemelerde kararlar “Türk Milleti Adına…..” diye başlar. Türk milletinin yüzde ellisinin ya da atmışının adına demez. Ancak Türk seçmenin oyunu alan en büyük azınlıksanız kendinizi her şeyin üstünde görürsünüz.

Ünlü hikâyeyi birçoğunuz bilirsiniz:

1839 yılında Küba ile Amerika arasındaki sularda, içinde 40 kadar Afrikalı ile iki İspanyol'un bulunduğu bir köle gemisi yakalanmıştır. Afrikalılar, açık denizde gemiyi ele geçirip, iki İspanyol dışında bütün mürettebatı öldürmüşler ve Afrika'ya dönmeye çalışırken yakalanmışlardır.

O yıllarda Amerika'nın kuzeyinde kölelik kaldırılmış fakat güneyde devam etmektedir. Güneyliler; o yıllarda mekanize olmayan ve insan gücüne dayalı tarımsal üretimden kazandıkları ekonomik zenginliklerini köleliğin sürmesine bağlamaktadırlar. Şiddetle köleliğin kaldırılmasına muhalefet etmektedirler.

Kuzey eyaletlerindeki kölelik karşıtı gruplar, yakalanan Afrikalıların savunmasını üstlenirler. Bir avukat onların köle değil, ülkelerinden zorla kaçırılan özgür Afrikalılar olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bulunan belgeler ve şahitler de avukatı doğrulamaktadır. Dava Afrikalılar lehine sürmektedir.

Bütün bunlar olurken yürütmenin yargıya müdahalesi gerektiği yönünde güçlü bir lobi yürütülmektedir. O zaman ki başkan Martin Van Buren üzerinde, Afrikalıları köleleştirip bu kirli ticaretten esaslı paralar kazanan İspanyolların bu gelişmelerden rahatsız olduğu ile ilgili baskı vardır. Zamanın İspanya kraliçesi de devrededir. ABD-İspanya ilişkilerinin, 40 Afrikalının hayatından daha önemli olduğu Başkan’ın yakın kurmaylarınca da kabul görmektedir. Sonunda baskılar sonuç verir ve Başkan, hâkimi değiştirerek, İspanyolların isteklerini de karşılayacak biçimde ortalama bir yol bulacağına inanılan, hırslı ve kariyer meraklısı olduğu sanılan genç bir hâkimi davada görevlendirir. Ancak bu hâkim beklentilerin aksine Afrikalılar lehine karar verir. Kendi yanlarında olduğunu düşündükleri hâkim, sadece hukukun üstünlüğüne itibar ederek ve mahkemesinin bağımsızlığını koruyarak Afrikalıların özgür insanlar olduğunu ilan etmiştir. İki İspanyol'un ise köle taciri olduğuna karar vermiştir.

Ancak dava henüz bitmemiştir.

Bu kez de kölelik yanlısı 'Güneyli politikacılar devreye girer. Onların da etkisi ile danışmanları Başkan'a, bu karar nedeniyle gelecek seçimlerde Güney eyaletlerinin oyunu alamayacağını söyleyerek baskı yaparlar. Başkan bunun üzerine, mahkemenin kararını yüksek mahkemeye (bizdeki anayasa mahkemesine) göndermeye karar verir. Yüksek mahkemenin 9 üyesinden 7'sinin kölesi bulunmaktadır...

Kölelik karşıtlarının tek umudu, iki önceki (6.) ABD Başkanı ve zamanın ünlü hatip ve avukatlarından John Quincy Adams'dır. Eski başkan yaşlı ve emekli olmasına rağmen "Biz Amerikalılar özgürlüğümüzü yargının bağımsızlığına borçluyuz." Diyerek davaya avukat olarak katılmayı kabul eder.

Yüksek mahkemenin duruşmasında kısa konuşur.

Elinde tuttuğu ve kölelik yanlısı bir senatörün kaleme aldığı Başkanlık bülteninden bir iki paragraf okur. Yazıda, köleliğin bir hak olduğunu, insanların asla eşit olmadığı savunulmakta ve köleliğin kaldırılması durumunda Güney'in fakirleşeceği iddia edilmektedir. Ayrıca zamanın ülke gündeminde bu durumun kuzey ve güney eyaletler arasında var olan gerginliği iyice artırdığı bunun bir iç savaşa dönüşebileceğinden bahsedilmektedir.

 Eski başkan ve Afrikalıların avukatı Adams arkasından mahkeme salonunun bir duvarında asılı olan, 'Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nden sadece bir cümle okur: "Bütün insanlar eşittir..." Sonra da yüksek mahkemenin yüksek hâkimlerine seslenir:

"Beyler, karar sizin. Başkanlık bülteni ya da bağımsızlık bildirgesi. Bu iki metinden hangisini yırtıp atacağınıza siz karar vereceksiniz." Kendi elindeki, köleliği savunan metni yırtıp savcının önüne koyar. “Eğer mahkeme kanunlara saygı gösterip bu insanlara haklarını teslim ederse iç savaş çıkacakmış deniyor. İç savaş çıkacaksa çıksın. Amerika bir devrimle kurulmuştur. Bu savaşta devrimin son savaşı olur” der.

Yüksek mahkeme Afrikalılar lehine sonuçlanır. Bir süre sonra gerçekten iç savaş çıkar.

……..

Türkiye Cumhuriyeti de bir halk devrimiyle kuruldu. Altı yüzü dünya imparatorluğu olmak üzere bin yıllık devlet geleneğinin ve birikiminin mirası üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyetinin başı yani Cumhur Başkanı, Türkiye Cumhuriyetinin tüm milleti adına karar veren en yüksek mahkemesinin kararına saygı duymayacağını, bu karara uymayacağını bizzat zikretti. İyi insanlar olmaya çalışan, yegâne talebi özgürlük, eşitlik ve adalet olan biz sade Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ne yapacağız?

Yayın Tarihi
04.03.2016
Bu makale 1313 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Tebrik ederm

Hasan ÜNLÜ 04.03.2016

Çok güzel bir yazı. Sadece bir cümleye takıldım. "Özgürlük, eşitlik ve adalet... muhtemelen ekmekten önemli". Kanımca muhtemelen değil, kesinlikle ekmekten önemli. Saygılar.

Gökhan Cengiz 04.03.2016

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!