Eğitimi Bir de Bana Sorun...

Baştan söyleyeyim, ben ne sosyoloğum, ne psikoloğum, ne eğitim danışmanı, ne de eğitim koçu.

Ben, iki çocuk, bir köpek yetiştirmiş bir anneyim, anne. (Köpek deyip geçmeyin, o da eğitimin bir parçası)

**

Bu yazıyı niye yazıyorum?

Her mart ve nisan ayında olduğu gibi, her yerde afişler, manşette de bursluluk sınavları. Çocuklarınızı şu okula getirirseniz, doktor, avukat, psikolog, bu okula getirirseniz mühendis, işletmeci, astronot…

Nerdeyse çocuk okula başlamadan mesleği edinmiş bile. Yani çocuk olarak girecek, okuldan doktor, mühendis olarak çıkacak…

**

Veliler şaşkın, özele mi versek, devlete mi versek hatta öğleye kadar devlete, öğleden sonra özele mi versek… Yok, yok, yurtdışına mı göndersek derdindeler.

Her yer zaten eğitim uzmanı dolu. Her yıl da sistem değişince veli ne yapsın?

**

Ama kardeşim bir de bana sorun ya!..

21 yaşında evlenmiş, evlenir evlenmez de çocuk doğurmuş biri olarak, Allah Allah çocuk eğitimini benden iyi bilecek biri var mı (!)?

Tecrübe var önünüzde hem de ne tecrübe!!!

**

Tecrübelerimi aktarmadan önce, isterseniz eğitim ile öğretim arasındaki farka bir bakalım.

“Eğitim, insanın hayatının her yerinde, her zaman kullanacağı bir bilgi aktarımını kasteder. Örnek olarak; yalan söylememek, iyi insan olmak, hatalardan ders çıkarmak vb.. Fakat öğretim, daha çok sayısal veyahut sözel dersleri kapsayan, daha çok bilgiye dayalı ve daha az kullanılan, daha gereksiz bir bilgi aktarımını kasteder.” der uzmanlar. Der demesine de, biz, eğitim nerde başlar, öğretim nerde biter karıştırdığımız gibi, eğitim ne, öğretim ne, o da birbirine karışmış durumdadır.

**

Neyse, ben geleyim tecrübelerimi aktarmaya…

**

İlk çocuk Onur.

O çocuk, biz çocuk. Anlayacağınız beraber büyüyoruz. Anaokuluna kadar olanlar Onur’la bizim aramızda. Gerisi şöyle devam ediyor: İlk çocuk ya, tam bir proje çocuğu. En iyisi bizim çocuk olsun, en iyisi yetmez, mükemmel olsun. Benim olamadığım her şey olsun, yapamadığım her şeyi yapsın!

Bir elinde gitar, bir elinde keman olsun, giderken de gözleriyle matematik çözsün. Çocuğun fikri mi, istekleri mi, o da ne? O çocuktur, anlamaz, bilmez. En iyisi olsun dedik, özel bir koleje yazdırdık. Kayıtta, uyanıkken iki dil öğretiyoruz, uyurken de matematiği hallediyoruz dediler(!). Özel okul macerası anca iki ay sürdü. Bırakın yabancı dili, matematiği, Türkçeyi unutuyorduk!

**

En iyisini aramaya devam…

Evden 20 km uzakta bir devlet okuluna yazdırdık. Okul sabah yedide başladığı için, servis bizim çocuğu beş buçukta alıyordu. Yani uykunun yarısı evde, yarısı serviste geçiyordu. Büyük adam yapacağız ya, bu kadar da zahmete katlansın dedik.

Neyse anaokulunu sağ salim bitirdik. Bu sefer başladık iyi bir öğretmen aramaya. Allah’tan aynı okuldan bir öğretmen bulduk. Bu sefer de bu öğretmene çocuğu verebilmek meseleydi. Allah’tan şans yüzümüze güldü, kurada bu öğretmeni seçtik. Evde klima yokken sınıfa bir klima bağışlayıp ısınma işini de hallettik. Ama pazarlığı da iyi yaptık. “Öğretmenim, beş yıl emekli olmayacaksın, hasta olmayacaksın, ölmeyeceksin, başka yere tayin istemeyeceksin” dedik. Demesine dedik de, Hocanın birinci dönem kocası ölünce emekliliğini isteyip İzmir’e göç etti. Sonuç mu? Anaokulu dahil, iki ülke, altı okul, yedi öğretmenle tamamlayıverdik.

**

Biraz da sosyal aktivitelerden bahsedelim; izcilik, bando takımı, gitar, keman, satranç, futbol, tekvando, tenis, masa tenisi… Şimdilik aklıma gelenler bunlar.

Ortaokulda OKS, lise yıllarında yok martta bir sınav, yok haziran da beş sınav derken tam bir stress… Üniversiteyi o mu kazandı, biz mi kazandı, o belli değil.

**

Şimdi gelelim ikinci çocuk Çağla’ya.

Artık biz büyük, o çocuk. Herkes yerini biliyor.

Mahallede ki en yakın okula gönderdik. Öğretmen mi, kim denk geldiyse o. Ama yine de ilkokulu üç öğretmen, üç okulla, liseyi de Adem Tolunay ile başlayıp, Merkez Anadolu ile devam edip Final lisesiyle bitirdik. Sosyal aktiviteler mi? İzcilik, keman, gitar, halkoyunları, voleybol, tenis, resim, tiyatro… Yalnız, yukarda yazdığım okul değiştirmeler ve sosyal faaliyetlerde Çağla ne dediyse onu yaptık. Biz işi oluruna bıraktık. Birinci çocuktan tecrübeliyiz ya…

**

Tabii biz değişiyoruz da sistem durur mu? Onur’un girdiği OKS oldu SBS. Sekizinci sınıfta OKS çocuklarımızın psikolojisini bozuyor derken, Çağla altıncı sınıfta, yani 12 yaşında hayatının şeklini belirleyecek sınavlara girmeye başladı.

**

Sonuçta, iki çocuğum da Antalya’da istedikleri Anadolu lisesini kazanıp (ilk 300’e girip), üniversitede istedikleri bölüme gidip, biri avukat oldu, biri hukuk okuyor.

*

Biz her iki çocuğumuza da eğitim adına ne yaptık?

Çocuklarımız üniversiteye gidinceye kadar, evimize düzenli olarak her gün en az iki gazete giriyordu. Hiçbir zaman onların arkadaşı değil, hep annesi babası olduk. Onlar ders çalışırken, biz televizyon seyretmeyip, kitap okuduk, yüksek lisansları, ikinci üniversiteleri bitirdik.

**

Eğitim konusunda karı-koca olarak, birimizin kara dediğine diğerimiz ak demedi. Cumartesi pazarımızı hep onlara ayırdık. İnandıkları doğruları, acı da olsa hep söylemeyi öğrettik. Çoğu zaman onlardan önce iki saat Türkçe, iki saat sosyal, fen, matematik vb çalışarak, onların anlamadıkları noktaları, öğretmen gibi tekrar anlattık.

**

Kahvaltılar, akşam yemekleri hep beraber yapıldı. Sabahın beş buçuğunda, altısında servisle gitseler de kahvaltıyı hep beraber yaptık.

Adnan’la aramızdaki özel sıkıntılardan, iş yerindeki sıkıntılara kadar hep onlarla paylaştık. Hayatın masal olmadığını, acı gerçeklerin de olduğunu hep yaşayarak, duyarak öğrendiler.

**

Baba-oğul, benim 20 kg zeytinyağını üzerlerine döküp yağlı güreş yapacak kadar çocuklaştılar. Bunun karşılığı, Onur ilkokul üçte “ben hayatımı yaşayamayacak mıyım” diyecek kadar hayata bağlı, yedinci sınıfta, okula gelen müfettişi teneffüste yakalayıp, “bir de bizim sınıfa gelin” diyecek kadar gözü kara, matematiği yatarak, kalemsiz- deftersiz havada çözecek kadar, ortalama beş sayfa defterle tüm dersleri tamamlayacak kadar ilginç, geziye gidemeyecek maddi durumu kötü olan arkadaşlarını götürmek için biriktirmiş olduğu parayı verecek kadar yardımsever, dördüncü sınıftaki öğretmenin 40 dk. kimse konuşmayacak demesine karşın “biz şoklanmış balık mıyız ki 40 dakika konuşmadan duralım” diyecek kadar açık sözlü bir çocuk.

Şeytanın avukatlığını yapacak kadar iyi bir avukat. Yaşıtları ne yapsak diye düşünürken, Türkiye’nin iki farklı üniversitesinden ve en iyi Adli Tıp hocalarından Adli Belge İncelemeleri belgeleri alacak kadar girişimci genç bir hukukçu.

**

Ya Çağla…

İlkokul ikinci sınıfta sınıf başkanı olmak için, biriktirdiği paralarla iki kutu gofret alıp sınıfa dağıttıktan sonra başkan seçilecek kadar hırslı, sevdiği halkoyunları kursundan arkadaşlarının alamayacağı halkoyunları kıyafetini, halk oyunlarına gitmeyerek protesto edecek kadar kararlı, yurt dışı gezisinde Amsterdam’da kiralayacakları bisiklet karşılığı para isteyen görevliye “para yok ama isterseniz telefonumu rehin bırakayım” diyecek kadar çözüm odaklı, arkadaşının uğradığı haksızlığa karşı öğrenci işlerini ayağa kaldıracak kadar özgüvenli ve lider ruhlu bir çocuk.

**

Gelelim üçüncü çocuğa…

Eşimin kardeşi Hamdi, kedisine, attığı topları geri getirmesini öğretirken ki kedi özgürlüğüne en düşkün hayvandır, onun için sirklerde hiç kedi göremezsiniz. Benim köpeğim, bırakın attığınız topu geri getirmeyi, biraz üstelerseniz attığınız topu ısırıp patlatacak kadar asi ruhlu.

**

Yani demem o ki, siz çocuğunuzu, kedinizi, köpeğinizi tanırsanız gerisi hikayedir. Siz eğitimi, doğru olarak verirseniz, öğretimi ister Devlet okulunda, ister özel okulda kendiliğinden alacaktır.

**

Bize düşen görev; Nazım’ın “Akrep” şiirindeki olduğu gibi nesiller yetiştirmemektir.

Yayın Tarihi
22.05.2018
Bu makale 1198 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!