Türkiye’de cehaletin zirveden aşağıya doğru âdeta “hiyerarşik” bir “sosyal” dizilimle “altın çağını” yaşadığını gösteren çok kanıt var. Zirve neresidir, diye sorarsanız, bu ülkeyi insan malzemesinden başlayarak sosyal yapının bütün katmanlarını kapsayan “niteliksel” sıçramalarla geleceğe taşımakla yükümlü siyaset kurumunun kalite düzeyidir, derim.
Siyasi önderlik genel bir kavram. Somuta indirirsek, ülkenin yönetim koltuklarına oturan her kademedeki siyasi iktidarı ifade eder. O halde kendini “cehalet” kavramından en uzak mesafede tutması gerekenler, halkın seçim sandıklarında kaderini teslim ettiği siyasi kadrolardır.
Çünkü, ideolojik, kültürel birikim ve “dini inancın” kaynağı her ne olursa olsun; bu seviyede “dayatılan” her türlü gerilik ve “gericilik” zaman gelir ülkenin bütün kurumlarına, toplum kesimlerine; lâik, demokratik, çağcıl cumhuriyet değerlerine “ortaçağ karanlığı” olarak geri döner.
Cehaletin “altın çağı” da böyle başlar. Çünkü karanlıktan beslenen ve cesaret bulan siyasi fırsatçılık, başta eğitim olmak üzere cumhuriyetin temel çağdaş değer ve kazanımlarını aşağılamak, tartışmaya açmak; aydınlık geleceğin yerine çoktan tarihe gömülmüş “geçmişi” koymak gibi “arkaik” bir politik düzleme ihtiyaç duyar.
Bu düzlemin sosyo kültürel karşılığı, görünüşte değilse bile “cehaletin” siyaset pratiğinde rol alan kadrolarca kutsanmasıdır! “Seçmenim böyle istiyor, milli irade o dur!” retoriği kutsama ayinlerinin vazgeçilmez “vaazı” dır!
İstihdama da yansıyor
İşsizlik… Geçenlerde bir TV kanalının haber sunucusu Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK) ’nun açıkladığı istihdam verilerini (15 Kasım 2016) değerlendirirken işsizliğin son zamanlarda kronik sorun hâline geldiğinden söz ediyordu.
Mesleğin yazılı veya görüntülü mecralarında çalışan genç kuşakların 1960’lı, 70’li yılların Türkiyesi’nde “İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği” gibi sivil örgütlenmelerden habersiz olmalarını eleştirecek değilim. Bırakın geçmişi, yakın tarihi kendi doğum tarihleriyle başlatan bir kuşak, başta iktidar olmak üzere hemen her alanda işbaşında. İşsizlik bu kuşağı geriye ve ileriye doğru “aşan” ağırlıkta kronik sorun özelliğini sürdürüyor.
TÜİK’in istihdam verileri kurcalayıcı dikkatle okunduğunda medya haberlerine yansıtılan “sıradan” bilgilerin ötesinde bir fotoğraf verir. Kurumun Ağustos 2016 temelli işgücü istatistikleri, mevcut gücü gerçeğinin çok ötesinde şişirilen ekonominin istihdam yapısındaki “çarpıcı” çarpıklığı gözler önüne seriyor.
Okuma-yazma bilmese de olur!
Hani, iş dünyasının bütün konuşkanları “nitelikli işgücü yokluğundan” söz eder ya… İstatistik veriler, bu söylemdeki iki yüzlülüğü iş dünyasının yüzüne çarpıyor. Şöyle çarpıyor: Türkiye’de işsizlik oranının “en düşük” olduğu kesim “okur-yazar olmayan” çalışanlar! Bu kesimin işsizlik oranı Ağustos 2016’da yüzde 4,8. Önceki yılın aynı ayında ise yüzde 5,2. Yani, yıl içinde 0,4 puan azalmış.
Bu verilere göre, okur- yazar bile olmayan “cahil” kesimin istihdam oranı artarken, lise altı, lise, mesleki veya teknik lise ve yüksek öğretimden geçmiş okur- yazar kesim bırakın iş bulmayı, elindeki işi kaybediyor.
Durum şu: İşsizlik lise altı eğitimlilerde yüzde 9,3’ten yüzde 10,1’e, lise bitirmişlerde yüzde 12,4’ten yüzde 12,9’a, mesleki veya teknik lise mezunlarında yüzde 9,8’den yüzde 11,7’ye yükselmiş. Yüksek öğrenim mi? Hiç sormayın; yüzde 12,1’den yüzde 14’e fırlamış.
Bu tablo İş dünyasında “nitelikli işgücü olsa Türkiye’nin başına kuş kondururuz” hikâyeleri anlatan medya konuşkanlarının yüzünü kızartır mı, bilmiyorum. Özellikle sanayi sektörünün aktörleri kamuoyu önünde “orta kademe eleman yokluğundan” yakınırken, iş bulamadıkları için işsizlik oranları bir yılda 2 puana yakın artan mesleki ve teknik lise mezunları hakkında ne söyleyebilirler, onu da bilmiyorum. Yüksek öğrenim işsizlerini hiç saymıyorum.
Ama, cehaletin her katmanda “altın çağını” yaşadığı bu ülkede “kara cahiller” iş bulabilirken - asla itirazım yok- okumuşların, niteliklilerin mahkûm edildiği umutsuzluğun sorumluları kimlerdir, biliyorum. Ekonomi gazeteciliğinde geçen meslek hayatım bana bu imkânı veriyor. Ben bir aydın olarak utanıyorum da onlarda bu duygu kaldı mı, emin değilim!