Büyük bir oy oranıyla üst üste seçimleri kazanan
İktidar partisi ve otoriterliği ve partisi üzerindeki mutlak hakimiyeti
tartışılmaz lideri, başbakan Erdoğan, Taksim, gezi park eylemleri nedeniyle
sıkıntılı günler yaşıyor. Birçok ülkede ekonomik kriz yaşanırken ülke notunu,
yatırım yapılabilir seviyeye çıkarmasına, sivil siyasetin önünün açılması
yolunda ciddi adımlar atılmasına rağmen. AB’yi takip ettiğimiz yıllarda hukuk
alanında reform sayılabilecek birçok yasal düzenleme yapılmış olmasına rağmen. Doğu
ve Güneydoğuda da en çok oy alma başarısını göstermesine ve ardından barış
sürecinde aldığı riske ve birçok hizmetine rağmen, hükümete karşı eylemler
sürüyor…
Pazar günü, Altaylı ile Teke tek programında;
“İstanbul’a gezi parktaki ağaçlar da dahil milyonlarca ağacı ben dikmiştim. AVM
yapmak konusunda kararımızı vermiş değiliz, müze de olabilir! Aslında en çok
otele ihtiyaç var. Cami de yapacağız. AKM’yi de yıkıp yeniden yapacağız.”
diyordu ve yoğun çalışmalarına rağmen bu tepkileri yorumlamakta zorlandığını
söylüyor ve eylemlerin ideolojik olabileceğini düşünüyordu. Sosyal medyayı da
toplumun başına “bela” olarak yorumluyordu!
Ağaçları başbakan dikmişti ama o ağaçları insanlar
sevmişti ve onlar İstanbullularındı… Eylemler bana göre; “Biz de varız” demek
için başlamıştı. Yaşadığım kentin planlamasında benim de fikrim alınsın demek
istiyorlardı. Parkımız neden yok ediliyor? Topçu kışlası yapılacaksa bunun
kararını kim veriyor? AVM ya da otel ihtiyaçsa kime soruluyor? Ben bu kentin
hemşerisi olarak bütün bunların neresindeyim? Bu soruların cevabı aranıyordu
kanımca…
Yerelleşmeyi bu iktidar savunuyordu, şahsen ben de hep
savunmuşumdur… Çünkü yerelleşme demokrasiyi geliştirir. Batıda yerel yönetimler
demokrasinin okulları olarak yorumlanır. Hem yöneticilerini doğrudan seçerler
hem de yöneticileri ile kararları paylaşırlar ve tartışmak isterler. Sivil
örgütler yerel aktörler aynı zamanda denetim görevi de yaparlar. Bu görevlerini
yapamazlarsa yargı yolu ile hak ararlar. Başbakan aynı zamanda belediye
başkanlığını da yaptığı İstanbul’un kararlarını kendisinin verdiği izlenimi
yaratıyordu ya da gerçekten öyleydi. Daha önce koruma kurulu kararının ve yargı
kararının projeyi engellemeye yetmeyeceğini söylemesi de bardağı taşıran
nedenlerdendi.
Daha öncesi de vardı. Çamlıca caminin yeri ve projesinin
seçim hakkı düzeltmeler bile başbakan tarafından açıklanıyordu. İstanbul’un
kararları yerel aktörler yerine başbakan tarafından alındığı görüntüsü
çiziliyordu. Yerelleşme yerine tam da merkezden idare edilen bir İstanbul
görüntüsü çiziliyordu. Başbakan; “kimin seçim hakkını elinden aldık, gir seçime
kazan sen yönet” diyordu ama bu eylem partilerin işi değildi ki! Partilerde
medyada olayların gerisinde kalmıştı. Başbakanın, “bela” dediği sosyal medya
ile örgütlenen, yaşadıkları kentin kararlarında var olmaya çalışan sivillerin
işiydi! Ve masum başladığını zannediyorum. Basit görüldü ve hafife alındı, yönetilemedi
ve kısa zamanda orantısız güçle bastırılmak istendi ve bu da tepkileri arttırdı,
eylemi güçlendirdi ve birçok ilde günlerdir sürüyor…
Art niyetliler için de aranan iklim yaratılmış oldu… 1
Mayıslarda hatta ulusal bayram kutlamalarında benzer olayları yaşamak ve hep
orantısız güç kullanımıyla devlet otoritesini her alanda hissettirmek gerginliği
teşvik etti. Dildeki üslubun sertliği ve yaşam biçimine müdahale olarak
yorumlanan yasal düzenleme ve uygulamalar sanıyorum eylemlere katılımın yaygın
hale gelmesinde etken oldu.
Şimdi ne olacak? Her kesime soğukkanlı ve hoşgörülü
olmak görevi düşüyor. Siyasetçiler üslubunu değiştirecek. Barış süreci gibi
kritik bir süreçte uzlaşma arayan iktidar, yeşilini, yaşam biçimini savunan, katılım
arayan insanlarıyla çok daha kolaylıkla uzlaşmanın yollarını bulmak zorunda…