MELTEM ESİNTİSİ

Atatürk ve Antalya (1)

Bugün 6 Mart 2011. Atatürk kentimizi ilk kez ziyaret edeli tam 71 yıl olmuş. Bugün değişik yerlerde resmi ve özel sektör temsilcileri günün anlamına uygun törenler düzenleyecek, çeşitli resepsiyonlar gerçekleşecek. Atanın Antalya’yı onurlandığı gün konuşulacak.

Ben bu vesile ile Atatürk’ün Antalya’da geçen ama çok bilinmeyen, iyi irdelenmeyen bir konuşması üzerinde durmak istiyorum bugün.     

ULU ÖNDER ATATÜRK’ÜN ANTALYA’DA BAŞINDAN GEÇEN BİR ANI

Büyük önder Atatürk’ün bu toprakların yetiştirdiği gerçek bir bilge kişilik olduğunu hepimiz biliyoruz. Yaşadığı dönemde ne dediyse hep doğru çıkmış, Türk toplumuna verdiği tüm sözleri yerine getirme konusunda hiçbir başarısızlığa düşmemiş, sözünün eri bir kişilik olduğunu dünya alem biliyor.

Ağzından çıkan her söz bir özdeyiş, kaleme aldığı her yazı akıl süzgecinden geçmiş, tecrübe imbiğinde damıtılmış, denenmiş ilkelerle ve yaşama ve işleyişe ilişkin doğru görüş ve düşüncelerle doludur. Bunların içinde özellikle vurgulanması ve üzerinde durulması gerekenler vardır. “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” ve “Onuncu Yıl Nutku” ve “Bursa Nutku” ayrı birer yer tutmaktadır.

Atatürk, çok fazla dikkat çekmeyen, çok insan tarafından bilinmeyen, ama en az yukarda adını zikrettiğimiz konuşmaları kadar önemli ve mesaj dolu bir konuşmasını da Antalya’da ve Bugün Atatürk Evi ve Müzesi olarak kullanılan Işıklar Caddesindeki binada yaveri Hasan Rıza Soyak’a yapmıştır:

Hasan Rıza Soyak, Atatürk’le aralarında geçen konuşmayı bir yazısında şöyle anlatmaktadır:

6 Mart 1930 günü halkın tezahüratları arasında ikametine ayrılan eve geldik. Sofrada buluşmak üzere refakatinde bulunanlardan ayrıldı ve beni yanına alarak yatak odasına girdi. Bir koltuğa oturdu ve eliyle işaret ederek, beni de oturttu. Yorgun, düşünceli ve sinirli görünüyordu, bir sigara yaktı ve konuşmaya başladı:

“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ızdırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya her gittiğimiz yerde durmadan dert ve şikayet dinliyoruz.”

“ Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maalesef, memleketin gerçek durumu bu işte.”

“Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın. Büyük istidatlara sahip olan değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler (inanlar) şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış.”

“Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı. İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.”

“ Münasebet düştükçe, daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün ihtiyaçların giderilmesi, herşeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim,  feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir. Sonra da zaman ve imkan meselesi. Bu itibarla, öncelikle kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşleri ehli, idealist ve enerjik insanlardan oluşmuş muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, işleyecek, böylece memleket ileriye,  refaha yol alacak başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek için, bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da  imkansızdır.

“Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için beşer takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz. Başka ne yapabiliriz ki?..”

Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk; her zaman olduğu gibi olayları olduğu gibi algılıyor ve gerçekleri görüyordu. Kahvesini içtikten sonra konuşmasını metanet içinde sürdürdü ve şöyle dedi:

“Her ne hal ise, ne ise değil. Hatta en ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur; halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz, Fakat er geç gayemize varacağız.” Ve konuşmayı kesti.

YORUM

Bu içtenlikli konuşmadan anlıyoruz ki, Atatürk Antalya’ya gelene kadar çıktığı hemen tüm yurt gezilerinde halkın dertlerini dinlemekten, yakınmalarını duymaktan huzursuz olmuş. Ülkenin derin bir yokluk yoksulluk, maddi ve manevi anlamda bir perişanlık içinde olduğunu ifade ederek gerçekçi bir durum tesbiti yapıyor.

Gerekçelerini nesnel bir biçimde değerlendirerek, cennet vatanın yıllar boyunca bilinçsiz yöneticiler elinde acınacak duruma düşürüldüğünü, yöneticilerin ve devlet memurlarının istenilen düzeyde ve nitelikte olmadıklarını, her konuda yetenekli olan halkın ise, kendisine mukaddes inanlar olarak telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların etkisiyle uyutulduğunu söylüyor.

Atatürk, kendisini üzen asıl konunun, halkımızın zihninde kökleştirdiği, her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı olduğunu, insanların bu beklenti ile, büyük bir tevekkül (kabul etmişlik) ve rehavet (uyuşukluk) duygusu içinde, bütün umutlarını başta bulunan tek kişiye bağladıklarını, bunu da o günlerde kendisinden beklediklerini söylüyor. Sonuçta kendisinin de ölümlü bir insan olduğunu, kutsal bir gücünün olmadığını açıkça ifade ediyor.(Atatürk’ün bu değerlendirmesine bakarak, onu ilahlaştırıyorsunuz diyenlere en güzel cevabı bizzat kendisi vermiş olmuyor mu? YAS)   

Sadece tespitle kalmıyor, her zaman yaptığı gibi çözüm önerisinde de bulunuyor. 

Toplumca çekilen bütün sorunların öncelikle daha başka koşullar  altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adamlarla ve zaman ve olanakların sağlanması ile mümkün olacağını düşünüyor. Bunu başarabilmek için ise, öncelikle kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizlemek gerektiğini, işlerin ehline, idealist ve enerjik insanlara verilmesini, düzenli çalışan ve her parçası yerli yerinde, modern bir devlet çarkının kurulmasını, makinanın dişlilerinin uyum içinde çalışmasını, makinanın halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışması, işlemesi ile ancak memleketin ileriye gideceğini, toplumun refaha erişmesi ve çağdaş uygarlık seviyesine ulaşabilmesi için yapılacak başka çıkar yol, başka çare olmadığını söylüyor. Bütün bu işleri yapmanın da belli bir zaman alacağını, çok kısa zamanda bunları başarmanın olası olmadığını sözlerine ekliyor. Çağdaşlığa giden yol üzerinde olduklarını, Türk halkını hedefe doğru yürütmek için beşer takatinin (insan gücünün) üstünde gayret sarf ettiklerini de söylüyor.

UMUT DA ŞIRINGA EDİYOR

Yukarda saydığı tüm uygunsuz koşullara rağmen, Atatürk, her koşul altında en ufak bir tereddüte düşmeden, bulunduğumuz yeri, durumumuzu bilmekle beraber, asla cesaretimizi kaybetmememiz gerektiğini, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmemiz gerektiğini söyledikten sonra Türk toplumu olarak er geç bu amacımıza ulaşacağımıza olan inancını vurguluyor.

GÖSTERİLEN HEDEF NE?

Konuşmasının sonunda Atatürk, Türk insanına özellikle Türk gençliğine asla ümitsizliğe düşmeden, gayeye ulaşmayı hedef gösteriyor.

Aziz Atanın bu konuşması ile ilgili olarak kıssadan hisse çıkartacak olursak, Türk Gençliği olarak, Atatürk’ün bize yüklediği misyonu yerine getirip, üzerimize düşen görevi kusursuz yapmalıyız. Siz ne diyorsunuz?

  Devam edecek

 

Yayın Tarihi
06.03.2011
Bu makale 10117 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!