İki Ermeni hikâyesi

Anadolu’nun bin bir renkli mozaiğinden parça koparmak ve geçmişte yaşanmış, kanamış ve sonra kabuk bağlamış yaraları kaşıyan o kadar çok ön yargılı insan var ki hepsinin de bilerek ya da bilmeyerek ortak yurdumuz Anadolu’yu parçalayıp bölmeye çalışanların birer piyonuna dönüşmekte olduğunu söyleyebilirim.

İlk gerçek hikâyem çocukluğumdan…

O zamanları biz çocuklarına bu Ermeni, bu Kürt diyen hiçbir büyüğümüzün kin ekini serpiştiğine tanık olmadım.

Yaşadığımız büyük gölün küçük kentinin birbirine sırt vermiş iki göz toprak binalarının ardında meyve bahçeleri vardı. Bizim küçük bahçemiz ile Fatma teyzelerin bahçesi arasında küçük bir bahçe vardı. O aradaki bahçede meyvesiz ağaçlar dururken Fatma teyzenin bahçesindeki meyve ağaçlarının dalları kırılmasın diye payanda ağaçlarla takviye edilirdi.

Çocukluk bu ya… Bahçeleri aşıp Fatma teyzenin meyvelerini aşırıp koynumuza doldurur doyasıya yerdik. Meyve aşırdığımız bilen Fatma teyze:

“Sakın ola evime girmeyin ha! İstediğiniz kadar meyve toplayın... Dallara zarar vermeyin.” Derdi.

Bir gün nenemin iyi vaktinde sormuştum:

“Nene neden bizi eve yaklaştırmıyor Fatma eze? Meyveleri topluyoruz ses etmiyor ama eve bir adım yaklaşsak kıyameti kopartıyor.”

Nenem işaret parmağını sallayarak:

“Her kesin bir mahremiyeti var balam. Ondandır. Kurcalama.”Diye yanıt vermişti

Çok sonraları öğrendim ki Fatma teyze Ermeni bir hanımdı ve adını değiştirse de inancını değiştirmemişti. Mahremiyeti de küçük bir odasındaki İsa ikonuydu.

Ama o Fatma teyze bizden bire bin veren ağaçlarındaki meyveleri asla esirgemezdi.

O’nun bu yanıyla ilgili hiçbir aile büyüğümüz en küçük bir dedikodu yapmaz imada bulunmazdı. Yerleşik aileler, muhacirler hep bir arada yaşar giderdik. Ahmet Arif’in:

“kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
karşıyaka köyleri, obalarıyla
kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
komşuyuz yaka yakaya
birbirine karışır tavuklarımız” Dizelerindeki et ve tırnak gibiydik.

Diğer hikâyem İstanbul’da Beylikdüzü’nde Tüyap Kitap Fuarında öykü kitaplarımı imzalarken genç bir Ermeni kardeşle ayaküstü yaptığımız söyleşi ile ilgilidir. Ah Tamara efsanesinin kahramanlarından Tamara Ermeni Keşişinin kızıdır. Tamara’ya kara sevda ile bağlanan Memo’da Van Gölü kıyısında yaşayan bir köy çobanı.

Delikanlının merakı da Ah Tamara efsanesini yazarken dinsel ya da ırksal temaların tuzağına düşüp düşmediğimi öğrenmekmiş. Kitabımı imzalarken böyle bir yanlışa düşmediğimi de anlatmıştım.

Düşmanlıklar yaratmak çıkar umarcılarının şeytan planlarının bir kurgusudur. Dedim ya Anadolu dediğimiz yediveren güllerin yurdunda bölünmeden, parçalanmadan, ayrışmadan yaşamanın tek yolu Anadolu bilgelerinin sımsıkı sarıldıkları hoşgörü ve Anadolu Kardeşliği utkusudur.

Geçmişte yaşananlardan özür çıkarmak yerine olup biteni tarihin yaprakları arasında birer ibret vesikası olarak bırakmak çok daha akılcı bir yaklaşımdır

İnançlar, etnik ve ulusal kimlik arayışlarında yol haritası çizenlerin böl ve yönet tuzakçılarının oyununa gelmemesi gerekir.

Ben Ermenileri hep Fatma teyzenin bahçesinde özgürce oynadığımız ve meyvelerini paylaştığımız günlerdeki gibi sevmek istiyorum. Geçmişte yaşanan acı günleri temcit pilavı gibi ısıtıp barış sofrasına sunmak isteyenlerin iyi niyetli olmadıklarını da anlayabiliyorum.

Anadolu çatısı altında yaşananlar tıpkı bir aile çatısı altında yaşananlar gibidir. Mutluluktan gülünen, mutsuzlukta ağlanılan ve yeri geldiğinde acıyı bal eylemesini bilen bir büyük aile yaşamı gibi.

Biz bunca ülke ve dünya sorunu varken hala kan davalarının dipsiz kuyularını eşelemeye devam edersek varacağımız nokta fesatçıların yaratmak istedikleri ortamdan başka bir ortam olamaz.

Bülent Ecevit’in Pülümürlü Yaşsız Kadın şiirindeki o güzel dizelerle noktalamak istiyorum yazımı.

 

Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü

bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk

yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin

zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim.

Yayın Tarihi
27.01.2015
Bu makale 382 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!