50 Yıl Karavana

                Hiç kuşkum yok ki, en doğru ve en etkili öğrenme yöntemi, “yaparak ve yaşayarak” öğrenmedir.

                Öyledir, öyledir de, insan ömrü her şeyi bu yöntemle öğrenecek kadar uzun değil ki! İşte bu nedenle birçok şeyi başkalarından öğrenmek zorundayız.

                Okullar, öğretmenler, ders kitapları yeterli değil… Sınavlarda aldığımız yüksek notların, gösterişli törenlerde verilen süslü püslü diplomaların da pek fazla bir değeri yok!

                İnanın, gerçek öğrenme o saatten sonra başlar.  Oysa, insanların çoğu diplomayı cebine koyar koymaz, “Ben her şeyi öğrendim artık” deyip bir daha kitap almaz eline.

                Öyle ya canım, o diplomayı laf olsun diye vermediler ya ona! Bir kâğıt parçası değil o; aksine her şeyi bildiğinin imzalı mühürlü kanıtı, ispatı!..

                İşte bu yanlış anlayış, “Hazır yiyene dağlar dayanmaz” atasözündeki gibi, birkaç yıl içinde “sıfır”a indirir, öyle düşünenleri.

                Okullarda öğrenilenler, birçok kapıyı açabilecek anahtarlardır. O anahtarlarla kilitli kapıları açmayı denemediğimiz sürece, hiçbir kapı kendiliğinden açılmayacaktır.

                Okuduğumuz her kitap, en az bir kapı, en az bir pencere açar önümüze. Her kapı, her pencere yeni ufuklara alıp götürür bizi. Temiz hava ve taze besinlerle yoğrulan beynimiz ve yüreğimiz, paslanmaktan kurtulmuş olur böylece.

                Geçen hafta, 499 sayfalık büyük boy bir kitap vardı; elimde yine. Değerli dostum İbrahim Ekmekçi’nin, Antalya’dan yılbaşı hediyesi olarak gönderdiği üç kitaptan biri:  Adı, “50 Yıl Karavana”…

                Yazarı, Mehmet Karavelioğlu…

                Karavelioğlu soyadını bir yerlerden anımsıyorsunuz ama çıkaramadınız, değil mi?

                Yardımcı olayım: 1960’ta 27 Mayıs darbesini (isteyen darbe sözcüğünü “devrim” diye de okuyabilir) yapan “Millî Birlik Komitesi Üyesi” 38 kişiden biri de Kâmil Karavelioğlu’ydu. “Komite”nin en genç subaylarındandı ama 14’lerle birlikte olmayacak kadar da akıllı!..

                12 Eylül 1980 darbesine kadar, “Tabiî Senatör” olarak görev yaptı; parlamentoda.

                Ve Aksekili’ydi; bu genç ihtilâlci. Yani benim hemşerim. Evet, hemşerimdi ama bir kez bile görmek kısmet olmadı kendisini. Oysa 1964 – 1966 yıllarında Ankara’da, Hasanoğlan’daydım. Öğrencilerimi her hafta sonu operaya, tiyatroya, sergiye, köylere götüreceğime, bir hafta sonunu da kendime ayırıp hemşerimi ziyaret edemez miydim? (Kendi çıkarını düşünemeyen, nereden bal alınacağını bilmeyen, başkalarının çıkarını hiç düşünemez; değil mi ya!)

                Neyse! Bu konuya daha fazla girip de kendi akılsızlığımı, önüme çıkan fırsatları iyi değerlendirme konusundaki yeteneksizliğimi, beceriksizliğimi daha fazla ortaya dökmek istemem. Ama şunu söylemiş olayım size: “50 Yıl Karavana” adlı eserin yazarı Mehmet Karavelioğlu, bir süre önce öteki dünyaya göçmüş olan MBK Üyesi Kâmil Karavelioğlu’nun ağabeyi… Ve dahi dostum İbrahim Ekmekçi’nin de yakın akrabası…

                Mehmet Bey, benim gibi başıbozuklardan değil, o da kardeşi gibi asker… Emekli albay… Hemi de öğretmen… Matematik ve fizik öğretmeni… Askerî okullarda görev yapmış, emekli oluncaya kadar. Sonra da Hacettepe Üniversitesi, TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışmış; on yıl boyunca.

                Dolayısıyla, zengin bir anı dağarcığı var yazarın. Kimler yok ki, bu zengin dağarcıkta:

                Akseki’deki ilkokul günlerinin Oğuz ve Yümnü hocalarından Maltepe Askeri Lisesi’ndeki arkadaşlarına, öğretmenlerine; Askerî Tıbbiye ve Fen Fakültesi’ndeki hocaları Cemil Sena ve gökbilimci hemşerimiz Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu Fatin Gökmen’e … Ve dahi:

                İsmet İnönü’den, Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a, Fahrettin Altay’a kadar…

                Okuduğum her kitaptan bir şeyler öğrenirim mutlaka ama Mehmet Karavelioğlu’nun “50 Yıl Karavana” kitabından çok şey öğrendim. Onlardan birini Karavelioğlu’ndan dinleyelim:

                “Anne ve babamın yanımda oldukları günlerin birinde, babam Sultanahmet Camiinden namazdan çıkıp tenha bir yoldan eve dönerken, arkasından bir adam koşarak kendisini geçip gitmiş. Babamı biraz geçtikten sonra da cebinden bir zarf düşürmüş ama farkında olmamış gibi koşmaya devam etmiş. Bu esnada babamın yanında olan başka birisi, içinde para olan bu zarfı almış ve babama dönüp, “Amca, bu benim rızkım. Çok da ihtiyacım vardı” diye zarfı cebine atmış. Babam daha herhangi bir yorum yapmadan, zarfı düşüren adam geri gelmiş. Babam ve öbür adama bakıp ‘Ben burada biraz evvel bir zarf düşürdüm. İkinizden biri aldınız.’ deyip babama dönmüş ve babamdan şüphesi olmadığını, babamın üstünü arayacağını ve sonra diğer adamla hesaplaşacağını söylemiş.”

                Hele biraz soluklanalım.

                Sizce nasıl bitebilir; bu öykü?

                Zarfı düşüren mi üzülür sonunda, zarfı alan mı?

                Yazarın babası mı yoksa?

                Yok canım, yazarın babası niye üzülsün? Onun bu işte bir kabahati yok ki!

                 En iyisi, yazara bırakalım sözü:

                “Babam da duruma razı bir şekilde üstünü aratmış. Adam babama, “Amca, sen git; biz bununla kozumuzu paylaşacağız” deyip öbürüne yönelince de babam kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla hızlıca eve doğru yollanmış. Eve vardığında, “Sorma hanım, başıma neler geldi, çok ucuz kurtuldum” diyerek anama başına gelenleri tek tek anlatmış. Fakat anlatır anlatmaz, anam: “Ulan herifff, o adam seni soymuştur” demiş. Babam ceplerini yokladığında yanına aldığı çoğunluğu bozuk olan paraların yerinde olmadığını fark etmiş. Bereket adam, zorlamasına rağmen, babamın köstekli saatini yeleğin bağlı kısmından sökememiş. Ben akşam eve geldiğimde evde babam süklüm püklüm oturuyordu. O zamana kadar pek sesi çıkmayan anam, sorduğumda olan biteni ayrıntılarıyla anlattı.”

                Yazar, zor teskin eder üzgün babasını: “Emniyet 2. Şubeye gidelim; bu tür hırsızların fotoğrafları vardır ellerinde. Rahatlıkla teşhis edebilirsin.” dese de babası: “İstemem. Üç savaş görmüş Osman Çavuş olarak oraya gidip, saf adamlar gibi soyuldum mu diyeceğim?” diyerek teklifi kabul etmez.

                Sanırım, siz de kabul edersiniz; genellikle biz erkeklerin yazarın babasından farkımız yoktur. Kendimden de bilirim; çok rahat düşeriz benzer tuzaklara. Çoğu zaman, ucuz kurtulduğumuzu sanıp çocuklar gibi sevinirken, aksine aldatıldığımızı söyleyiverir eşlerimiz de, kursağımızda kalır sevincimiz!

                Neden kadınların çoğu, biz erkeklerden daha zeki ve daha akıllıdır?

                Niçin böyle yapmıştır Tanrı?

                Vardır mutlaka bir nedeni, vardır da, sizce ne olabilir?

                “Verdiğin bu örnekle yazarın kafa yapısını tam anlayamadık” diyorsanız, şu alıntıya ne diyeceksiniz bakalım:

                “İsmet Paşa 25 Aralık 1973 tarihinde vefat etmişti. Lahey’de olduğum günlerde, babacığımın ve İsmet Paşa’nın cenazesinde olabilmenin bana nasip olmasını hep düşünürdüm. Cenaze bir Cuma günü Maltepe Camisinden kalkacaktı. Cuma namazından sonra, sıra cenaze namazına gelmek üzereyken yanıma iki adam yanaştı. Bana, ‘Albayım, biz Antep’ten geldik. Arkadaşlara İsmet Paşa’nın tabutunu taşıyacağımıza söz verdik. Bize yardım et’ dediler.”

                Bakalım, bu yardımı yapacak mı Albayımız, “Bana ne” deyip geçiştirecek mi? Okuyoruz devamını:

                “Anlaşılan Gaziantep’ten bir grup, bu iki kişiyi, aralarında para toplayarak, İsmet Paşa’nın cenaze törenine katılmak üzere Ankara’ya göndermişlerdi. Onlara bu isteklerini değil onların, benim bile yapamayacağımı söyledim. Değil tabutu taşımanın, devlet töreni protokolü içerisinde cenazeye yanaşabilmenin dahi mümkün olamayacağını anlattım. Onlara bu konuda başka bir şey söyleyeceğimden söz ettim. Merakla bana baktıklarında dedim ki her ikisine:

-Hoca şimdi, “İsmet Paşa’ya hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorunca ne diyeceksiniz?

-Ediyoruz diyeceğiz.

-Ben öyle demeyeceğim.

“Yüzüme hayretler içinde bakmışlardı. Onlara, “Ben, bizim O’nda ne hakkımız var, O’nun bizde hakkı var. O bize hakkını helal etsin diyeceğim” deyip, isterlerse onların da aynı şekilde davranabileceklerini söyledim. Yanımdan bunları duymaktan memnun olarak ayrılmışlardı.” (*)

                Daha nice böyle ilginç anılar var, bu kitapta.

                Beni birçok konuda yeniden düşünmeye sevk eden sayın Mehmet Karavelioğlu ile bu değerli eseri bana ulaştıran sevgili dost İbrahim Ekmekçi ve bu ilginç anıların kitaplaşmasında emeği geçen herkese yürekten teşekkürler!..

Hüseyin Erkan

   info@dilemyayinevi.com.tr

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) 50 YIL KARAVANA (Mehmet Karavelioğlu, Çukurova Üniversitesi Basımevi / Adana, 499 sayfa)

Yayın Tarihi
06.09.2016
Bu makale 1960 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Değerli Hemşerimiz Mehmet Bey; (Makinacı) Olay doğru; ama, olayın kahramanı kişiler farklı. Bu olayı, "50 Yıl Karavana" kitabının yazarı Mehmet Ağabeyden duymuş, Amca oğlu, Antalya'nın seçkin tüccarlarında Alaattin Kaya'nın vefatı üzerine, AKSEKİ DERGİSİ'nde anlatma fırsatı bulmuştum. Olay, Merhum'un Babası AHMET KAYA ile bacanağı GÖK MUSTAFA'nın, yemenici ustalığı yaptığı köyde geçer. Sözü edildiği gibi, köyde imam yoktur. Temiz kalpli Ahmet Usta, Ölen Hanımın çocuklarına; "Komşu köyden imam çağırın; yoksa meraklanmayın, ben de o görevi yerine getiririm." vaadinde bulunur. Komşu köyde de imam bulunamayınca; iş başa düşer... Ölen kadının çocukları, Annelerinin vasiyeti üzerine, bir kese altını, Hoca Ahmet Kaya'ya vermek isterler. Ahmet Usta; "Ben bu görevi Allah rızası için yaptım; almam..." der. Israrlar fayda etmez. Bacanağı ve İşletme ortağı Mustafa GÖK'ün aşırı yalvarmaları da sonucu değiştirmez. Gök Mustafa'nın, son defa; "Kendin almı yorsan, hiç olmazsa birini bari, bana alıver." diye yalvardığını, isteğinin cevapsız kaldığını, bizzat anlatırdı. Bu ilginç ve dürüstlük örneği, yaşanmış hikayenin böyle bilinmesi gerekir. Saygılarla...

ibrahim Ekmekci 10.09.2016

Kitabı temin etmeye çalışacağim. Sn.Mehmet Karavelioğlu ağabeyimiz rahmetliyi ve gerekse Sn.Kamil Karavelioğlu ağabeyimizi ve de onların ağabeyleri olan rahmetli Şaban Karavelioğlu ağabeylerimizi epeyce yakından tanıdım ve teşriki mesaide bulundum.Çok temiz vatan evlatları idiler. Bunlar uncu Osman Çavuşun çocukları. Osman Çavuş da Aksekinin meşhur kişilerinden. Bildiğim kadarıyla Sn.İbrahim Ekmekçinin de çok yakın akrabası.Osman Çavuş ile İbrahim Ekmekçinin dedesi bir köye çerçi olarak birşeyler satmak için gitmişler. O köyde de cami hocası yokmuş. Halk kara kara ölen bir cenazenin namazını nasıl kılacağını tefekkür edip hayıflanırkenİbrahim Beyin dedesi " ne var bu kadar düşünecek; ben kıldırırım" demiş ve cenaze namazını kıldırıvermiş. Köylüler çok memnun ve imama bir koyun hediye etmek istediklerinde: "hayır zinhar olmaz. Ben bu işi Allah rızası için yaptım" demiş ve koyunu almamış. Daha sonra Osman Çavuş "Yahu üç kuruşluk mal satacağız da üç beş kuruş kazanacağız diye dağı taşı dolaşıyoruz. Keşke koyunu alsaydın" deyince :"Olur mu Osman; o zehir oğlum. O alınırmı hiç; biz ticaretimize bakalım ve helalden ayrılmayalım" demiş. Bunu bana Rahmetli Şaban Karavelioğlu anlatmış idi. Allah hepsine rahmet eylesin

Mehmet Makineci 07.09.2016

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!